Allah (CC) sana sevdiği ve
hoşlandığı işlerde başarı ihsan eylesin.
Söylediklerimi belle ve anla…
Allah-ü Teala (CC), cemâlinin
nurundan ilk önce Hz. Muhammed’in (SAV) nurunu yarattı. Bu, bir hadis-i
kudsi’de şöyle bildirilmiştir: “Muhammed’i
(SAV) yüzümün nurundan halk ettim.”
Bu durumu, Peygamber (SAV) Efendimiz
de şöyle beyan etmektedir: “Allah (CC),
önce ruhumu yarattı… Allah (CC), önce nurumu yarattı… Allah (CC), önce Kalem’i
yarattı… Allah (CC), önce Aklı yarattı…”
Bunların hepsinden tek şey
murad edilmektedir: Hakikat-i Muhammediye, yani Hz. Muhammed’in (SAV) gerçeği.
Durum böyle olunca, ona birtakım adlar takıldı.
Nur
(ışık) dendi. Çünkü o, celâl sıfatı altında saklı karanlıklardan saftır. Bunu
Hak Teala (CC) haber verdi:
“Allah (CC) tarafından size Nur, her şeyi açık anlatan kitap geldi.”
Akıl dendi. Çünkü her şeyi
idrak ederdi.
Kalem dendi. Çünkü ilim onunla
yayıldı.
Ruh-u Muhammedî, olanların
özü, kainatın öncesi ve aslıdır. Bunu Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle anlatır:
“Ben Allah’tanım (CC), müminler de bendendir.”
Allah-ü Teala (CC), lahût aleminde
ve hakiki ahsen-i takvim’de; bütün ruhları O’nun (SAV) ruhundan yarattı.
O; (SAV) yukarıda bahsi edilen
alemde, bütün insanlığın adıdır. O (SAV), vatan-ı aslidir.
Bu yaratılıştan dört bin yıl
sonra, Hazret-i Muhammed’in (SAV) göz nurundan arşı yarattı. Kainatın kalan
kısmını da arştan yarattı. Ondan da kainatı…
Sonra, yaratılan ruhları, kainatın
en aşağı derekesine indirdi. Yani bu cesetler alemine demek istiyorum.
“Sonra, onu aşağıların en aşağısına gönderdik…”
Yani, o nuru; ilk önce Lahût
âleminden ceberut alemine gönderdi. O nurdan olan ruhlara, iki harem arasında
ceberût nurundan kisveler giydirdi. Buna Sultani ruh, tabir edilir.
Sonra bu kisve ile melekût alemine
saldı… Orada da melekût nurundan kisve giydirdi; buna da ruhani ruh, tabir
edilir…
Sonra mülk alemine gönderdi.
Mülk kisvesine bürüdü; buna da cismani ruh, tabir edilir.
Sonra, bundan cesetleri halk
etti. Bu değişik halleri şu Ayet-i Kerime haber verir:
“Sizi ondan yarattık, ona iade edeceğiz, ikinci bir sefer yine ondan
çıkaracağız.”
Bu hallerden sonra; Allah-ü Teala
(CC) o ruhlara, bu cisme girmeleri için emir verdi; onlar da Allah’ın (CC) emriyle
girdiler. Bunu da şu Ayet-i Kerime haber vermektedir.
“Ona ruhumdan üfledim”
Zaman oldu; o ruhlar bu
cesetle ilgisini artırdı. Bu yüzden, ahdi unuttular. Halbuki, Allah-ü Teala (CC)
onları yarattı:
“Sizin Rabbınız değil miyim?” buyurdu. Onlar da:
“Evet…” cevabını verdiler…
İşte bu sözü unuttular. Asli
vatana dönemediler.
Fakat… Rahmân (CC), yani
varlığın yardım kaynağı, onlara acıdı. Bu sebeple semavi kitaplar saldı.
Bunlarla asli vatanı hatırlatmak istedi. Bu manaya da şu Ayet-i Kerime işaret
eder:
“Onlara Allah’ın (CC) günlerini hatırlat.”
Yani: Ruhlara geçen, o visal
günlerini hatırlat.
Bu aleme pek çok enbiya geldi
ve devresini tamamladı göçüp gitti. Hepsinin gayesi bu durumu anlatmak ve halkı
ayıktırmaktı. Fakat onu anan, ona yönelen, o aleme iştiyak duyan ve o aleme
vasıl olan zamanla azaldı.
Nübüvvet; Büyük Muhammedî Ruh’a
varıncaya kadar devam etti… O (SAV) risaletin sonuncusu idi.
Allah-ü Teala (CC)
basiretlerini açmak için O’nu (SAV) bu gafil insanlara gönderdi. Gaye, onları
gaflet uykusundan uyarmak; visaline, ezeli cemaline ermeye… yani Allah’ın (CC) zatına
davet idi.
Peygamber (SAV) Efendimizin
yolunu tayin için bildirilen şu Ayet-i Kerime bu duruma işaret eder:
“Söyle, yolum şu: basiret üzerinedir. Ben ve bana uyanları; aynı yola davet
ederiz.”
Peygamber (SAV) Efendimizin de
şu Hadis-i Şerifi, aynı şekilde bize asıl gayeyi anlatır:
“Ashabım (RA) gökteki yıldızlara benzer, hangisine uyarsanız, doğruyu
bulursunuz…”
Basiret, ruh gözesinden gelir.
Evliya için Fuad makamından açılır. Elde ediliş tarzına gelince, zahiri bilgi
ile olmaz. Ötelerden, batından coşup gelen ilim lazım… Şu, Ayet-i Kerime bizi
işin özüne iletir:
“Ona canibimizden -ötelerden- ilim vermiştik.”
İnsana gereken, basiret
sahiplerini bularak, telkin yolu ile onlardan birşeyler almaktır… O telkini
yapan zat, velî, mürşid ve lahut aleminden haber veren olmalı…
Kardeşler!… Ayılınız. Tövbe
yolu ile Rabbınızdan (CC) marifet talebinde bulununuz. Bunun için koşunuz.
Bunu Allah-ü Teala (CC) şu
Ayet-i Kerime ile haber verir:
“Rabbinizden (CC) gelen bağış için; keza, arzı yer gök arası kadar olan
cennet için de konuşunuz… Ki o, ittika sahiplerine hazırlandı…”
Yola giriniz. Şu ruhani
kafilelerle Rabbınıza (CC) dönünüz. Yakında yol kesilecek… O aleme gidiş için
arkadaş bulunmayacak… Biz, bu harap dünyaya, oturmaya gelmedik. Yemek, içmek ve
ahbes nefsin ihtiyaçlarını tatmin için de gönderilmedik…
Peygamberimiz (SAV) sizi
gözetmekte ve halinize bakıp üzülmektedir… Ki bunu şu Hadis-i Şerif bize
anlatıyor:
“Üzüntüm, ahir zamanda gelecek ümmetim içindir.”
Bize gelen iki şekil üzeredir;
zahir, batın… Yani, şeriat yolu ve marifet…
Allah-ü Teal (CC) şeriatla dış
alemimizin düzenini, marifetle de iç alemimizin düzenini emreder. Her ikisinin
birleşmesinden ise, hakikat peyda olur. Bu sözümüze, ağaçla yaprağı misal
getirebiliriz; bundan sonra, meyve hasıl olur. Şu Ayet-i Kerime, anlatmak
istediğimiz manaya işaret eder:
“İki deniz yürür, karşılaşır; hatta mahcuplara göre birleşir, fakat
aralarında berzah -insan-ı kamil- vardır, şaşmazlar.”
Her iki mana birden alınmalı.
Aksi halde, yani yalnız zahiri bilgi ile hakikat elde edilemez. Esas gayeye
varılamaz. İbadet tam olması için, biri değil; ikisi lazımdır. Yani, şeriat ve
marifet…
Allah-ü Teala (CC)
bu manayı şu
Ayet-i Kerime ile işaret eder:
“Cin ve insi, bana ibadet etmeleri için yarattım.”
Yani, Zatıma karşı irfan
sahibi olalar diye. Her kim, ona karşı irfan duygusuna sahip olmaz nice ibadet
edebilir?
Marifet, nefsin kara perdesini
kalb aynasından açmak ve onu temizlemekle hasıl olur. O zaman cemal-i ilahi’nin
gizli hazinesi gözükmeye başlar. Ki bu, kalb sırrının özünde gözükür.
Allah-ü Teala (CC)bir kudsî
hadiste şöyle buyurur:
“Gizli bir hazine idim. Zatıma irfan duygusu taşınmasını istedim. Halkı,
bunun için yarattım.”
Bundan anlaşılıyor ki, Allah-ü
Teala (CC) insanı marifet için yarattı.
Marifet; yani irfan sahibi
olmak, iki şekilde anlatılır; biri Allah’ın (CC) zatına; öbürü de sıfatına
karşı irfan duygusuna sahip olmak…
Allah-ü Teala’nın (CC) sıfatına
karşı arif olmakta dünya ve ahirette cismin alacağı tad vardır. Ama O’nun (CC) zatına
karşı irfan duygusunda, öbür alemde mukaddes ruhun alacağı haz vardır. Bir
Ayet-i Kerimede şöyle buyuruldu:
“Biz onu kudsî ruhla teyid ettik.”
Allah-ü Teala’nın (CC)
zatına karşı
irfan duygusu taşıyanlar, kudsî ruhla kuvvet bulmuşlardır.
Anlatılan bu iki marifet;
ancak iki yönlü ilimle meydana gelir; zahiri ilim, bir de batini ilim
Anlattığımız işlerin husulü bu iki ilme bağlıdır.
Peygamber (SAV) Efendimiz bu
iki ilmi anlatırken, şöyle buyurdu:
“İlim, ikiye ayrılır. Biri dilde olur ki, bu Allah’ın (CC) kulları
üzerindeki hüccetidir. Biri de kalbde olan ilim var ki; gayelerin husulü için,
faydalı olan da budur.”
İnsan, önce şer’i bilgilere
muhtaçtır. Bu ilimle; sıfatlar aleminde Hakk Teala’nın (CC) zatına ait bilgiler
tahsil edilir. Bundan sonradır ki, batın ilmine sıra gelir. Bu ilimle de marifet
aleminde Hakk’a (CC) irfanın tam kendisi elde edilir.
Buna erebilmek için, dinin
emirlerine uymayan işleri bırakmak gerekir. Hatta, tarikat adabına uymayan
hataları da bırakmak icab eder. Bu anlatılan halin husulü için de, nefse ve
ruha ağır ve güçlü gelen vazifeleri yaptırmalı. Bunlar yapılırken yalnız Hakk’ın
(CC) rızası gözetilmeli. Görsünler veya işitsinler için iş yapılmamalı. Allah-ü
Teala (CC) anlattığımız hale şu Ayet-i Kerime ile işaret eder:
“Her kim, yaradanına kavuşmayı diliyorsa yarar iş görsün; yaradanına
yaptığı ibadete, kimseyi ortak etmesin.”
Marifet alemi, şeklinde tabir
edilen alem; Lahût alemidir. Orası ise, asli vatandır; ki, yukarıda anlatılan
kudsî ruhun yaratıldığı alemdir. Hakiki insanlık oradadır, ki o hakikat, kalbin
özüne emanet olarak kondu. Onun varlığı tevbe ve telkinle meydana çıkar. Ve; La
İlahe İllallah kelime-i tevhidine devamla kendini açığa vurur.
Kelime-i tevhide önce dille
devam edilir. Kalb hayatı bulununca da, kalb ile söylenir.
Tasavvuf ehli; kudsî mana hallerine,
Tıfl
-çocuk- adını taktılar.
Ona Tıfl denmesi, bazı
sebeplerden ileri gelmiştir.
Şöyle ki:
1) O hal kalbden doğar ve
orada terbiye görür, büyür. Nasıl ki, anne de yavruyu doğurur, besler, büyütür
ve buluğ çağına erdirir.
2) İlim tahsili, çok kere
yavrulara hastır. Marifet ilmi ise, o kalbin yavrusuna talim edilir.
3)
Çocuk, zahirdeki günah
kirlerinden temizdir. O kalbin yavrusu ise; şirk, gaflet ve cismani hatalardan
paktır.
4) Bahsedilen temiz suret,
çocuklarda daha çok görülür. Bundandır ki, çok kere mana alemlerine dair temiz
hal, melaike suretinde görülür.
5) Yapılan amellerden sonra,
cennete girilir, sonra onları Allah-ü Teala (CC) Tıfllarla, yani yavrularla
mükafata erdireceğini anlatır.
İşte, bu manaya işaret eden
iki rima: Ayet-i Kerime:
“Onların çevresinde daima, yavrular döner.”
“Onlar için hazır bekleyen gılmanlar, hazinelerde saklı inciler gibidir.”
6) Tıfl -çocuk- isminin ona takılm
asındaki bir başka sebep ise; letafet ve nezafet halidir.
7) Sonra, ona verilen bu isim
mecaz yolu iledir. Çünkü o, bedenle ilgilidir. Beşer suretine bürünmüştür.
Çünkü onunla alakası vardır. Sonra, onun melaneti de bu ismi almasına sebep
olmuştur. Sonra o, beşerin rengini de değiştirmiştir. Onun bidayetine nazar
edilirse, bu hal daha iyi sezilir. Çünkü o, hakiki insandır. Çünkü Hak Teala’ya
(CC) nisbeti vardır.
O insanlığın hakiki yönü; öyle
birşeydir ki, ona göre, ne cisim, ne de cismani olmak var…
Onun varlığı; Hakk’ın (CC)
zatına karşı bir mahrem teşkil etmez. Bunu Peygamber (SAV) Efendimizin şu
Hadis-i Şerifi anlatır:
“Allah (CC) ile öyle bir zamanım olur ki; o anda, ne -Melek’ül mukarreb-
Hakk’a (CC)yakın Melek, ne de -Nebi
Mürsel- bir Peygamber (SAV) girebilir.”
Hadis-i Şerifte bahsi geçen
mürsel peygamber, Efendimizin (SAV) beşeri yönüdür. Yakın melek -Mukarreb
melek- ise, ceberût nurundan yaratılan Peygamber (SAV) Efendimizin ruhani
durumudur ki; oraya melek için giriş yoktur. Lahût nuru da oraya giremez.
O alemi anlatırken Peygamber (SAV)
Efendimiz, bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:
“Allah’ın (CC) bir cenneti vardır; orada köşkler olmaz. Bal lafı edilmez.
Süt bulunmaz. Orada yalnız ilahi yüze nazar kılınır.”
Bu durumu şu Ayet-i Kerime
teyid eder:
“Yüzler vardır, tazedir, parlar o günde…”
Bir Hadis-i Şerif de, bu hali
başka yönden teyid eder:
“Rabbınızı seyre dalacak, mehtaba bakar gibi bakacaksınız.”
O öyle bir alemdir ki, oraya
melek veya cismiyet uğrayacak olsa, derhal yanar.
Burada, bir Kudsî Hadis
anlatmak yerinde olacaktır:
“Şayet; celâl yüzümden perdeyi aralayacak olsaydım; gözümün aldığı yerlere
kadar olan her şey yanardı.”
Keza, Cibril’in de (AS) bu
hususta Peygamberimize (SAV) bir sözü vardı; onu da zikredelim:
“Bir karınca boyu, öteye geçecek olsam derhal yanarım.”
www.GAVSULAZAM.de
|