Rıza, nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi kendini tecrid ederek, hiçbir
itiraz ve münakaşada bulunmadan Allah’ın (CC) ezelî tedbirlerine teslim
olmaktır.
Bu konuda tartışma ve kavgaya
gerek yoktur. Çünkü Hakk’ın (CC) ilmi, kulun aklından daha geniştir. Hakk (CC) herkesin
istidadına göre ezelden takdir etmiştir, Bunun için kula düşen vazife
teslimiyet ve kabul etmektir. Yoksa red ve itiraz değildir. Nitekim bir hadis-i
kudside: “Her şeyi ezelde Ben takdir
ettim. Ben tedbir aldım ve her şeye Ben hükmettim. Kim buna rıza gösterirse
Benden kendisine rıza vardır, kim ki aksilik yaparsa Benden aynısını bulur.”,
denilmiştir. İnsanın sadece kendisiyle Allah (CC) arasında olan ahlakın en
güzeli rıza ve teslimiyettir Nitekim Kur’an’-daki: “Allah (CC) katında din İslamdır.” denirken burada kastedilen “İslam-ı hakikîdir”. Bunun en güzel
hali Hz. İbrahim’de (AS) görülür: Hz. İbrahim (AS) Nemrud tarafından ateşe
atılınca kendisine yardım için gelen Hz. Cebrail’e (AS) sadece Allah’ın (CC)
rızasına olan teslimiyetini gösterir kelimeler sarfetmiştir. Aynı şekilde oğlu Hz.
İsmail de (AS) ibretli bir vakıa sergilemiştir. Kendisini kurban etme
konusundaki babasının fikrine “Babacığım
sen emredildiğin şeyi yap, inşaAllah ben sabredenlerden olurum.” diye
karşılık vermiştir. Bu iki teslimiyet örneğinin hikayesi her tarafta
destanlaşmıştır.
Bazı sufilerin “Bütün işlerimi mahbubuma havale ettim, O (CC) dilerse beni
yaşatır, dilerse öldürür.” demeleri gibi.
Böyleleri yanında lütuf ile
kahır arasında pek bir fark yoktur, ikisinde de mahbubun etkisi olduğundan
aradaki perdeler ortadan kalkınca her şeyin aslında aynı olduğu görülür.
Kim bu dünyanın perdelerinden ve karanlık vasıflarından sıyrılarak iradî ölümü
tadabilirse, Allah (CC) onu kendi yardımıyla tekrar diriltir. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içinde kalıp çıkamayan
kimse gibi olur mu?”
şeklinde bu sınıftan bahsedilir.
“İradi ölümden” sonra meydana gelen bu hayata “hakkani hayat” denir. Fani cesed akıp
eriyip yok olunca, baki çıkar ortaya. Ve artık bakinin hükmü geçerli olur.
Ayetin tefsirini Şeyh Necmüddin Kübra (RA) şöyle yapmaktadır:
Yani biz onu ‘enaniyetin’ katı ve karanlık çukurlarından alıp kurtarır,
kendi rabbani vasıflarımızla diriltir ve yüceltiriz.
Onun bu zulmet çukurundan
kurtarılması bir ağacın yeni bir meyvaya aşılanması gibidir. Ağacın verdiği
meyvalar değişiktir. Artık ağaç bambaşka bir ağaçtır.
Daha sonra ona cemalimizden bir nur veririz ki, sufi o sayede insanlar arasında
yürür ve onların hallerini müşahede eder.
Önceki hicab hali bir körün
durumu gibi idi. Şimdi kalp gözü açıldı ve basiret sahibi oldu. O halkın
durumunu gözlemektedir, fakat halk kendisinin farkında değildir. Kendisindeki
bu feraset sayesinde bilinmeyen birçok şeyleri düşünmeden bilir. Buna “feraset-i
akliye, keşfiye ve uluhiye” denir. Bu ferasette hata olmaz. Bir de “feraset-i
tabiiye” vardır ki, ruhun gaybî bilgilere vakıf olması genellikle şekli yapıdan
geçer. Bu feraset bazen yanılır, bazen de isabet eder ki, bu kamil insanlara
mahsus bir şeydir.
Karanlığın içinde yüzenler, aydınlıktakiler, yani müminlik çiçeği ve
velayet ve nübüvvet meyveleri gibi değildirler.
Yani mümin kişi, âmâ, ehl-i
zulmet, gafil ve mahcub gibi değildir. Aralarındaki fark yer ile gök arası
gibidir. Belki de hiç kıyaslanmaması gerekir.
Ehl-i feraset sahibi bir
müminin mertebeleri şöylecedir:
1 —
İman: Avam
seviyesindeki müminlerin halidir. Bu mertebe bir ağacın çiçeği gibidir.
2 — Velayet: Hass
müminlerin halidir. Bu mertebeye “ihsan” mertebesi de denir. Ağacın mertebesi
gibidir bu. Zaten iman ve amel-i salih ile müşahede makamı kastedilmektedir.
3 — Nübüvvet: Ehassu’l-havass
mertebesidir. Bu da meyvanın özü gibidir.
4 — Risalet: Bu
da “hülasa-i ehass, veya “dehn-i lübb” gibidir. Yani özün özü.
Bu saydığımız mertebelerden
ilk ikisi kesbidir, insanın kendi mücahedesiyle elde edebileceği mertebelerdir.
Üç ve dördüncüsü ise vehbidir.
Allah’ın (CC) istediği kullarına verdiği mertebelerdir.
Her veli de bir yönüyle öz
sayılır. Fakat Hz. Peygamber’e (SAV) göre dış ve kabuk sayılır. Bu mertebenin
en yücesi de Hz. Muhammed Mustafa (SAV) Efendimize aittir.
www.GAVSULAZAM.de
|