KONULAR
 

 

 

 

Tasavvuf - Tarikat Nedir?

Tasavvufun Temeli

Tasavvufun Esası

Tasavvufta Gaye

Tasavvufun İnsana Tesiri

Tasavvufu İnkarın Hükmü

Tasavvuf İle İlgili Fetvalar

Ayetlerde Tasavvuf

Hadis-i Kudsilerde Tasavvuf

Hadis-i Şeriflerde Tasavvuf

Tasavvufun On Esası

Tarikatların Doğuşu

Tarikatlar İki Kısımdır

Tarikata Niçin Girilir?

Tarikata Girmek İsteyenlere...

Tarikat-Şeriat Münasebeti

"HU" Ve Açıklaması

Seyr-i Sülûk Nedir?

Rabita Nedir?

Tarikatta Rabita

Rabıta Çeşitleri

Rabıtaya Karşı Çıkmanın Hükmü

Semanın Hakikatı

Nefsin Yaratılışı

Nefis Mertebeleri

 

 

 

 

 

 


Bir seçerdir bu vücud-ı ademi

dünyada bak

Ona esmadan veriptir

Hak nihai ile varak

 

Meyvesi ilm-i ilahidir anın

ey bî mezak

Arif-i billah olanlardır

bulanlar zevk-ı Hak

 

Gel velayet mushafından

oku esrar-ı Hakkı

Bir velinin mekteb-i irfanına

gir al sebak

 

Zulmet-İ nefs içre kalma

kim sabaha erdi şeb

Bak ne vech ile tecelli

eyledi Rabbü’l-felak

 

Hakkı’ya huffaş olanlar

görmedi nur-ı Hakkı

Gerçi kim afaktan pertev-nisar

oldu şafak

 

 

 

 TASAVVUFUN ON ESASI

 

10- RIZA

 

Rıza, nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi kendini tecrid ederek, hiçbir itiraz ve münakaşada bulunmadan Allah’ın (CC) ezelî tedbirlerine teslim olmaktır.

Bu konuda tartışma ve kavgaya gerek yoktur. Çünkü Hakk’ın (CC) ilmi, kulun aklından daha geniştir. Hakk (CC) herkesin istidadına göre ezelden takdir etmiştir, Bunun için kula düşen vazife teslimiyet ve kabul etmektir. Yoksa red ve itiraz değildir. Nitekim bir hadis-i kudside: “Her şeyi ezelde Ben takdir ettim. Ben tedbir aldım ve her şeye Ben hükmettim. Kim buna rıza gösterirse Benden kendisine rıza vardır, kim ki aksilik yaparsa Benden aynısını bulur.”, denilmiştir. İnsanın sadece kendisiyle Allah (CC) arasında olan ahlakın en güzeli rıza ve teslimiyettir Nitekim Kur’an’-daki: “Allah (CC) katında din İslamdır.” denirken burada kastedilen “İslam-ı hakikîdir”. Bunun en güzel hali Hz. İbrahim’de (AS) görülür: Hz. İbrahim (AS) Nemrud tarafından ateşe atılınca kendisine yardım için gelen Hz. Cebrail’e (AS) sadece Allah’ın (CC) rızasına olan teslimiyetini gösterir kelimeler sarfetmiştir. Aynı şekilde oğlu Hz. İsmail de (AS) ibretli bir vakıa sergilemiştir. Kendisini kurban etme konusundaki babasının fikrine “Babacığım sen emredildiğin şeyi yap, inşaAllah ben sabredenlerden olurum.” diye karşılık vermiştir. Bu iki teslimiyet örneğinin hikayesi her tarafta destanlaşmıştır.

Bazı sufilerin “Bütün işlerimi mahbubuma havale ettim, O (CC) dilerse beni yaşatır, dilerse öldürür.” demeleri gibi.

Böyleleri yanında lütuf ile kahır arasında pek bir fark yoktur, ikisinde de mahbubun etkisi olduğundan aradaki perdeler ortadan kalkınca her şeyin aslında aynı olduğu görülür.

Kim bu dünyanın perdelerinden ve karanlık vasıflarından sıyrılarak iradî ölümü tadabilirse, Allah (CC) onu kendi yardımıyla tekrar diriltir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içinde kalıp çıkamayan kimse gibi olur mu?”[1] şeklinde bu sınıftan bahsedilir.

“İradi ölümden” sonra meydana gelen bu hayata “hakkani hayat” denir. Fani cesed akıp eriyip yok olunca, baki çıkar ortaya. Ve artık bakinin hükmü geçerli olur. Ayetin tefsirini Şeyh Necmüddin Kübra (RA) şöyle yapmaktadır:

Yani biz onu ‘enaniyetin’ katı ve karanlık çukurlarından alıp kurtarır, kendi rabbani vasıflarımızla diriltir ve yüceltiriz.

Onun bu zulmet çukurundan kurtarılması bir ağacın yeni bir meyvaya aşılanması gibidir. Ağacın verdiği meyvalar değişiktir. Artık ağaç bambaşka bir ağaçtır.

Daha sonra ona cemalimizden bir nur veririz ki, sufi o sayede insanlar arasında yürür ve onların hallerini müşahede eder.

Önceki hicab hali bir körün durumu gibi idi. Şimdi kalp gözü açıldı ve basiret sahibi oldu. O halkın durumunu gözlemektedir, fakat halk kendisinin farkında değildir. Kendisindeki bu feraset sayesinde bilinmeyen birçok şeyleri düşünmeden bilir. Buna “feraset-i akliye, keşfiye ve uluhiye” denir. Bu ferasette hata olmaz. Bir de “feraset-i tabiiye” vardır ki, ruhun gaybî bilgilere vakıf olması genellikle şekli yapıdan geçer. Bu feraset bazen yanılır, bazen de isabet eder ki, bu kamil insanlara mahsus bir şeydir.

Karanlığın içinde yüzenler, aydınlıktakiler, yani müminlik çiçeği ve velayet ve nübüvvet meyveleri gibi değildirler.

Yani mümin kişi, âmâ, ehl-i zulmet, gafil ve mahcub gibi değildir. Aralarındaki fark yer ile gök arası gibidir. Belki de hiç kıyaslanmaması gerekir.

Ehl-i feraset sahibi bir müminin mertebeleri şöylecedir:

1 — İman: Avam seviyesindeki müminlerin halidir. Bu mertebe bir ağacın çiçeği gibidir.

2  Velayet: Hass müminlerin halidir. Bu mertebeye “ihsan” mertebesi de denir. Ağacın mertebesi gibidir bu. Zaten iman ve amel-i salih ile müşahede makamı kastedilmektedir.

3  Nübüvvet: Ehassu’l-havass mertebesidir. Bu da meyvanın özü gibidir.

4   Risalet:   Bu   da “hülasa-i ehass, veya “dehn-i lübb” gibidir. Yani özün özü.

Bu saydığımız mertebelerden ilk ikisi kesbidir, insanın kendi mücahedesiyle elde edebileceği mertebelerdir.

Üç ve dördüncüsü ise vehbidir. Allah’ın (CC) istediği kullarına verdiği mertebelerdir.

Her veli de bir yönüyle öz sayılır. Fakat Hz. Peygamber’e (SAV) göre dış ve kabuk sayılır. Bu mertebenin en yücesi de Hz. Muhammed Mustafa (SAV) Efendimize aittir.

www.GAVSULAZAM.de


[1] Enam S. A.122

 
   

 

©2003 - 2004  Gavsulazam.de       Her hakkı mahfuzdur...