Tamamen Allah’a (CC) yönelmek demek O’nun (CC) dışındakilere çağıran her
şeyi tıpkı bir ölü gibi terk etmektir. Burada salik, sadece Allah’ı (CC) ister.
O’nun (CC) dışında ne bir mahbub, ne matlub ve ne de bir maksadı vardır.
İnsanın Allah’a (CC) yönelişi
bir insanın öldükten sonraki eşyaya karşı olan tavrına benzetiliyor. Gerçekten
böyle olmazsa insan kendisini tamamen O’na (CC) veremez. Onun için hiçbir şeye
karşı ilgi ve istek duymak yoktur artık. Buna çocuk, kadın, mal hatta Kabe ve
benzeri yerleri ziyaret etmek bile dahildir. Kısacası salik’in kendini masiva
ile olan her türlü ilişkilerinden koruması gerekir. Hatta zahiri ve batını ilim
ve kanunlardan bile kalbini tecrid etmesi gerekir. Çünkü zahirî ilim salik’in
dünyası, batini ilim ise onun ahireti gibidir. Dolayısıyla sûfînin kendini
dünya ve ahiret ile olan ilişkilerinden kurtarıp tamamen Allah’a (CC) tahsis etmesi gerekir.
Bu mertebedeki birine bütün
peygamberlerin ve velilerin makamları kendisine teklif edilse onlara bir an bile
iltifat etmez, ilgi göstermez. Çünkü
(manevi) makam, mevki aşkı ve ilgisi insanı Allah’a (CC) giden yoldan
alıkoyar. Bunun için salik kendini bu gibi düşüncelerden ve belki de Hakk’ı (CC)
bile istemekten hazer etmek gerekir. Çünkü Cenab-ı Allah (CC) Kur’an-ı Kerim’de:
“Allah (CC) sizi kendi nefsinden sakındırır.”
Çünkü Allah’ı (CC) sevme bile O’na (CC) giden yolu kesen bir
garaz olabilir. Buna çok dikkat etmek gerekir. Allah’ı (CC) istemede bir ikilik
(ortaklık ve insanın kendi enesini de hesaba katması) olabilir. Fakat ehl-i
tevhid bu çelişkiye asla düşmez. Bu inceliği kavrayamayan nice salik gayeye
ulaşmayı başaramadı.
Bu konuda Cüneyd-i Bağdadî (KSA) şöyle der.”Sıddîk bir insan binlerce yıl
Allah’a (CCC) müteveccih durumda olup da O’ndan (CC) bir an bile yüz çevirirse
kaybettiği kazandığından daha fazla olur.
Burada zikredilen sıddîk ‘arif
anlamında alınmıştır: Yoksa sıddik makamına ulaşan kimseden -bir an bile olsa-
Allah’tan (CC) yüz çevirmesi düşünülemez. Cümle farazidir. Bunun için şart edatı
kullanılmıştır. Bu makama ulaşanlar genellikle katettikleri seviyeyi sabit
tutarlar. Yaşanan her tasavvufi hal bir öncekinin üzerine bina edilir. Her
zaman bir önceki mesafeleri ihtiva etmektedir. Akl-ı evvelden insan
durumuna gelene kadar böyledir. Bir sonraki mertebe her zaman bir önceki mertebeden
daha kapsamlıdır. Bu son mertebenin
olması için ilk mertebe (mertebe-i safile)nin olması gerekir. Yoksa böyle düşük
mertebelerin yaratılması abes olurdu. Bütün mertebeleri bünyesinde toplayan
insan onun için en üstündür. Nitekim Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz kendinden
önceki peygamberlerin özelliklerini taşıdığından dolayı onlarla eşit olduktan
sonra onlardan üstün kılan bazı dereceler de edindi. Harflerde de bu durum
vardır. “Hû” iki farklı derecede
olan harflerden oluşmaktadır. “He”
harfi harflerin çıkış yerlerinden olan boğazın en sonundan çıkar. İkinci harf
olan “vav” harfi ise en son çıkış
yeri olan dudaklardan çıkmaktadır. Böylece bir insan “Hû” deyince bütün harfleri zikretmiş olur. Mutasavvıflar bunun
için zikirde vird olarak “Hû”
çekerler. Çünkü bununla bir insan bütün harflerin ve çıkış noktalarının
üzerinden geçeceğinden Cenab-ı Allah’ın (CC) bütün isimlerini zikretmiş
olacaktır. Her ne kadar bazı zahiri alimler bunun bir zamir olduğunu ve
dolayısıyla anlamsız bir vird olduğunu söylemişler ise de bu mesele onların
bildiği gibi değildir.
www.GAVSULAZAM.de
|