Devamlı zikir, her şeyi unutarak sadece Allah’ı (CC) zikretmektir. Kur’an-ı
Kerim’de: “Unuttuğun zaman Allah’ı (CC) zikret.”
denilmiştir. Buradaki unutmak kelimesi Allah’tan (CC) başkasını unutmak
anlamındadır.
Zikir devamlı olmazsa munkatı’
(kesik, devamsız) zikirle bir yere varılmaz. Bunun için ayette Resulullah’a (SAV)
“dall bi’l-ibâre”, yani ibare yollu, varis-i Resûl’e ise “dall bi’l-işâre”, yani işaret yoluyla “zikr-i muttasıl” (sürekli zikir) emredilmektedir. Hz. Aişe (RA),
Hz. Peygamberin (SAV) halinden soranlara: “O
(SAV) her zaman zikrederdi.” demiştir. Büyük velilerin ve özellikle Hz. Peygamber
Efendimizin her hali zikir sayılır. Çünkü onlar her ne kadar halk ile içice
olsalar bile her an Hakk’ı (CC) düşünürler. Zikrin gayesi ise kalbin huzur
bulmasıdır. Dilin deveran etmesi değildir. Zikredenin masivayı unutması bir
ölünün dünyadan kopması gibidir. Bu “iradî
ölüm” eğer “tabii ölüm” gibi
olmazsa nefsi ile zinde kalmış olur mürid. Nefis ile zinde olan kişi ise
kendini masivanın ve nefsin zikrinden alıkoyamaz.
Burada devamlı zikirden maksat
ehl-i zikrin dil ile yaptığı zikirdir. Sesli zikrin (zikr-i cehri) çok faydası
vardır. Zikr-i cehrinin gayesi Allah’ı (CC) nefse duyurmaktır. Çünkü nefis
sağırdır ve bağırmaya muhtaçtır. Yoksa bunun amacı Allah’a (CC) duyurmak
değildir. Onun için uzak-yakın, sesli-sessiz farketmez. Sesli zikre müdahale
eden, onu iyi görmeyen, aksine onu gereksiz görenler tasavvufun makamlarından
ve sırlarından habersizdirler. Bizim muhatabımız ise bilmeyenler değil, alimlerdir.
Müshile benzetilen zikir “Lâ ilâhe illâllah” kelime-i tevhididir. Bu kelime
“nefy” ve “kabul”den mürekkeb bir ilaçtır.
Bu Kelime-i Tevhid tıpkı bir
macun gibi çeşitli tedavi edici unsurlar ihtiva ettiğinden zikirlerin en
faziletlisidir. “Allah, Allah” veya “Hû, Hû” şeklinde yapılan zikirden daha
faziletlidir. Çünkü bu gibi isimlerde birlik vardır. Fakat Kelime-i Tevhid çift
yönlü bir zikirdir. Hem nefy, hem de inkar vardır. Onun için “vird-i leyli” (geceye ait zikir)
olması uygundur. Gecede de birlik vardır, tek renk hakimdir her yerde. Fakat
Kelime-i Tevhid’de kesret vardır. Dolayısıyla ‘vird-i nehari’ (gündüze ait
zikir) daha önemlidir.
“Nefy” kısmı, kalbi hastalıkları doğuran, ruhu habseden, nefsi,
hayvani ve şehevani sıfatlarını güçlendiren kötülükleri yok eder.
Yani Kelime-i Tevhid’deki nefy
kısmının özelliği kalbî hastalıkları güçlendirmektir. Bir de ruhu habsetmektir.
“En yüce sultan” olan ruha bu
yakışmaz. Çünkü onu habsetmek onu zincire vurmak gibidir.
Nefsin kötü sıfatları ise cahillik, cimrilik, korkaklık, nifak, haset,
kibir, kendini beğenmişlik, iki yüzlülük, aşırı mal sevgisi gibi özelliklerdir.
Bunların hepsi de cehennem kapısını açmaya yöneliktir.
Hayvani ve şehevani istekler
ise çok yemek, çok içmek, çok uyumak ve cinsel ilişkide bulunmaktır. Bunların
hepsi de rezil alışkanlıklardır. Bunları Kelime-i Tevhid’deki “la” nefiy edatı ile süpürmek gerekir.
Kelime-i Tevhid’in nefy
edatıyla başlamasının sebebi budur. Buradaki hikmeti anlayamayanlar Kelime-i
Tevhid’in nefyle başlamasını garip karşıladılar.
İsbat ise kalbin sıhhatini ve selametini korur. Böylece onu bu rezil
huylardan kurtarır. Kişinin asıl kimliğinden sapmasını önleyerek ahlakında ve
hayatında ilahi nur’un hakim olmasını sağlar.
Kalb esas itibariyle salim ve
saf bir haldedir. Çocuk doğduktan sonra kalbin yine aynı şeklini alması için ilahi
feyiz gereklidir, öyleyse bu hastalıklar kalbe sonradan bulaşmaktadırlar.
Nitekim hadisi şerifte: “Her çocuk
fıtrat üzere doğar. Daha sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi
olarak yetiştirir.”
Yani her doğan insan mu’tedil
bir fıtrat ile doğar. Onun kalbinde bir fikrin veya dinin galip gelmesi imkansızdır.
Fakat kalbin sürekli bu hal üzerine bırakılması onun tabii halinin ruhi haline
galip gelmesini sağlar. Bunun devamı ise insanı hayvan ve belki de şeytan
şekline sokabilir. Fakat yukarıda ‘macun’ olarak vasıflanan Kelime-i Tevhid’in
sürekli zikredilmesiyle kalbin ıslahı ve ruhani mizacının galip ve baskın
gelmesi sağlanmış olur.
Aslında Allah’ın (CC) zat’ında
vahdeti vücuttan başka bir nesne olmadığı halde küfrün şüphe ve evhamlarını defetmek
için Kelime-i Tevhid’e nefy edatı da dercedildi. Çünkü sülûkun ilk yıllarında salikte
de böyle vehmler olabilir. Kendisinde “isbat”
hali galip olan meczub kimseler sadece “Allah,
Allah” diye zikrederler. Mesela: Şeyh Şibli (KSA) “la”nın verdiğ ızdırap ve vahşetten ürktüğü için sadece “Allah,
Allah” diye bağırırdı ve zikrederdi.
Böylece ruh, Hakk’ın (CC)
şahitleri, zat’ının ve sıfatlarının tecellisiyle aydınlanır. “Yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlandı…”
ve böylece onun sıfatı olan karanlık ve körlük ise yok oldu.
“İllallah” kelimesinin isbatı dolayısıyla insan kalbi
merkez olmak üzere ruh da şevahid-i Hakk ile yani ilahi nur ve zat ve sıfat-ı
Hakk ile süslenmiş oldu. Nur elbisesini giydi. Yeryüzü de bu nurun varlığıyla
aydınlandı. Karanlık sıfatı yeryüzünden silindi. Yani gecenin gelmesiyle
yeryüzünün karanlığı tamamen kabul etmesi gibi nefsani sıfatların galip
gelmesiyle vücud sathı da karanlığı kabul etti. Güneş doğduktan sonra, yani
kalpte ilahi nur tecelli edince bütün karanlıklar kaybolup gitti. Bu ilahi nur
önce kalbe ve ruha daha sonra da kulun cesedine nüfuz eder. Böylelerinin
cesetleri kabirde bozulup tefessühe uğramaz. Gece namazına (teheccüd)
kalkanların durumu da böyledir. Ehl-i teheccüd olanlardan tecelli sahibi
olanların nurunun diğerlerine, de geçmesi mümkündür. Kısacası Allah’ın (CC) nurunun
tecellisiyle bir insandaki bütün karanlık sıfatlar yok olur, silinir gider.
Allah’ın (CC) sıfatlarının tecellisi eşyada belirmeleridir. Suya “muhyi” denmesi gibi. Asında bu ilahi
bir sıfattır. Bu, ilahi sıfatın suya yansımasıdır. Bu, bütün eşya için
geçerlidir. Dolayısıyla bütün her şeyde zati hayat vardır. Fakat gözleri ve
kalbi perdeli olanlar bunu sezemezler. Yunus Emre (RA) ne güzel söylemiş:
Yitirdim Yusuf’u Ken’an ilinde
Yusuf bulundu Ken’an bulunmaz
Yani kesreti temsil eden Ken’an
ilinde vahdet olan Yusuf kayboldu, bulunmaz. Fakat aradan Ken’an kalkınca
vahdetten başka bir şey bulunmaz. Görünen sadece O’nun (CC) zatının ve
sıfatlarının tecellisidir. Kamil insan bunu sadece eşyada görmez. Aynı zamanda
kalbinde de hisseder. Bu seviyeye ulaşanlarda sapıklık ve ilhad gibi şeyler
düşünülemez. Onlar bilakis ehl-i sünnet inancı, şeriat, tarikat, marifet ve
hakikat mertebeleri üzerindedirler. Fakat böyle insanların çevresindekiler
bunun farkına varamazlar. Bu mertebede bulunmayanlarda ilhad ve çeşitli
sapıklıklar bulunabilir.
Her mertebenin ayrı ayrı zikir
usulleri vardır. Bunu ancak ehil olanlar kavrayabilir.
“Yerin başka bir yer, göklerin başka bir gök olduğu o günde Kahhar olan
Allah’ın (CC) huzurunda bütün insanlar toplanacaklardır.”
Yani Kıyamet Gününde yer ve gök
değişip başkalaşacaktır. Aynen bunun gibi küçük alem sayılan insanda da buna
benzer değişiklikler olacaktır. Çünkü bambaşka olan o alemde abdest bozma,
def-i hacet, kadınların bazı özel halleri vb. olmayacaktır. Dolayısıyla insanın
ilk hali sonraki haline benzemez. Çünkü insan “makam-ı ev edna”dan döndükten sonra Hakk’ın (CC) elbisesine bürünür. Buna ‘celvet’ denir. Bu
aşamada insan beşeri özellikleri itibarıyla görünür ve insanlar arasında
yaşarlar. Hakikatları itibarıyla da görünmezler. Halktan uzak gayb aleminde
yaşarlar. Bunun için bunlara “guraba-i
hakikiye” derler. “Vahid ve Kahhar
olan Allah’a (CC) döneceklerdir.” denilirken insanların değişeceği ve her
şeyin aslına döneceği ifade edilmektedir. Her şeyin aslında olan zat zuhur
edecektir. Bütün eşyanın ve masivanın geçici olduğu ortaya çıkacaktır. “…O’na (CC) döndürüleceksiniz.”
Bedenler böyle değişecek fakat
ya ruhlar nasıl değişecektir şeklinde gelen bir soruya ise cevabımız şöyledir:
Ruhun da iki yönü vardır. Zahir olan yön ki, bu hadistir. İkincisi zahiri ve
kadîmdir. Arş ve Kürsüye yükselen ruhlar için fena olmak, yok olmak yoktur. Alem-i
ervaha yakın olan şeyler de ruhların hükümlerine tabidir. Buna da “beka” denir. “Tevka’l-arş” dediğimiz mekan, filozofların dediği gibi “ne
boştur ne de dolu” (La halâ ve lâ melâ) değildir. Bilakis burası ‘melâ’ alemidir
ki, bu da ruhlar alemidir.
Eğer sen gerçekten gönül ehli isen seni çok önemli bir konuda uyardım. “Beni
zikrediniz. Ben de sizi zikredeyim…”
ayetinde zikredenle zikredilen yer değiştirmektedir, içice girmektedirler.
Zikreden kişi zikirde fena bulmaktadır. Zikredilen ise zikredenin yerine bakî
olmaktadır. Zikredeni istediğin zaman mezkûru, mezkûru taleb ettiğin zaman ise
zikredeni. Beni gördüğün zaman O’nu
görmüş olursun, O’nu gördüğün zaman ise beni görmüş olursun.
Yukarıda geçen ayet-i kerimede
zakir ile mezkûr dolaşımlı bir şekilde yer değiştirmektedirler. Bu da zakirin
mezkûrda yok olması, mezkûrun da zakirin halifesi olmasıdır. Dolayısıyla
birbirine ayna olmuş durumdadırlar. Hangisini görmek istesen diğerine rastlarsın.
Buna nafile ibadetler hakkındaki hadis-i kudsî de işaret eder. “…Ben onun gözü ve kulağı oldum.”
Hz. Resul-i Ekrem (SAV): “Allah
(CC) kulunun ağzından ‘Allah (CC) kendisine hamdedenleri işitti.’ buyurmaktadırlar.
Cüneyd-i Bağdadi’ye (RA), “Arif kimdir?”
diye sormuşlar. O da: “Suyun rengi
kabının rengidir.”, diye cevap vermiştir. Aslında suyun, sesin ve ışığın
rengi yoktur. Fakat kırmızı bir camdan geçen ışığın rengi de kırmızı olur. Aynı
şekilde su da ışık da bulundukları cismin rengini alırlar.
İşte tecelli de bu şekilde
olmaktadır. Allah (CC) insana bulunduğu
renkte ve şekilde görünür. O’nun (CC) belirgin rengi yoktur. Ahirette de
insanlar, O’nu (CC) inandıkları gibi göreceklerdir. Yani o görünen, onların
itikadlarıdır. “Allah’ı (CC) yaratıklar
gibi düşünüp algılayanlardan olma. Çünkü bu bir sapıklıktır. Bu benden sana bir
irşadtır.”
www.GAVSULAZAM.de
|