KONULAR
 

 

 

 

Tasavvuf - Tarikat Nedir?

Tasavvufun Temeli

Tasavvufun Esası

Tasavvufta Gaye

Tasavvufun İnsana Tesiri

Tasavvufu İnkarın Hükmü

Tasavvuf İle İlgili Fetvalar

Ayetlerde Tasavvuf

Hadis-i Kudsilerde Tasavvuf

Hadis-i Şeriflerde Tasavvuf

Tasavvufun On Esası

Tarikatların Doğuşu

Tarikatlar İki Kısımdır

Tarikata Niçin Girilir?

Tarikata Girmek İsteyenlere...

Tarikat-Şeriat Münasebeti

"HU" Ve Açıklaması

Seyr-i Sülûk Nedir?

Rabita Nedir?

Tarikatta Rabita

Rabıta Çeşitleri

Rabıtaya Karşı Çıkmanın Hükmü

Semanın Hakikatı

Nefsin Yaratılışı

Nefis Mertebeleri

 

 

 

 

 

 


Gel beri gel masivadan uzlet et

Badehu Mevla ile var sohbet et

 

Basmak istersen bisat-ı kurbete

Nefsine bas, iş bu yolda gayret et

 

Sırr-i Hakk’ı mess ile ahir murad

Batını tathire evvel himmet et

 

Ger yedullah sırrına vakıf isen

Mürşidi kamil elin tut bey’at et

 

Ab-ı feyz-i Hak ile pak olmağa

Paklarla gece gündüz ülfet et

 

Masiva efkarını dilden gider

Hakkıya, Hak ile üns et, rahat et

 

 

 

 

 

 

Sür derûnundan sivayı

şerbeti tevhidle

Za’f-ı dilden var halas ol

kuvvet-i tevhidle

 

Zikri daim olmasa feyz-i Hûda

bulmaz devam

Cam-ı vahdet nûş idegor

kesreti tevhidle

 

Asuman-ı gaybe mi’rac eyler

ahir can ü dil

Bu şehadetten alır pa

kudret-i tevhidle

 

Her ne denli darb-ı zikr eylersen

ey merd-i kavi

Kirden nefsi kesersin

şiddet-i tevhidle

 

Seyr-i fillaha nihayet yok dedi

ehl-i kemal

Açılır bir demde bin der-i

himmet tevhidle

 

Hatem-i zikr u Huda ile

Süleyman ol yürü

Hakkıya zabt et cihanı

şevketi tevhidle

 

 

 

 

 TASAVVUFUN ON ESASI

 

5- UZLET

 

Uzlet: Bir insanın tıpkı bir ölü gibi inziva ve ayrılık suretiyle insanlardan ayrı yaşamasıdır. Yani insanlarla sohbet ve ülfetten çekinip ayrı bir hayat yaşamaktır. Bu ayrılık tıpkı bir ölünün hayattan ayrılması gibidir. Çünkü bir ölü, akraba ve dostlarından -aralarına dünyada bir daha dönmemek üzere- kesin olarak ayrılır.

Salik ‘gaybu’l-guyûb’a yönelen kişidir. Bunun için bu dünyanın mal ve mülkünden kendini arındırıp sadece Allah’ı (CC) düşünmelidir. Yar için ağyarın sohbetini bırakmalıdır. Çünkü hala ağyar alemindedir. Eğer gerçekten Allah (CC) ile yar olabilirse başkasıyla sohbet ve ülfet ihtiyacını hissetmez. Nitekim Eba Yezid-i Bistami (RA): “Ben otuz yıldır Hakk’la (CC) sohbet etmekteyim fakat halk da kendisiyle sohbet ettiğimi sanıyor.”, buyurmuştur. Yani, Bistami (RA) halkın batini derûni hayatına, halk ise onun dış görünüşüne göre hareket etmektedir. Kalp gözü açılmış (mükaşif) kişiler bir vadiden bakıyor, gözleri örtülü (mahcûb) olanlar ise bir başka vadiden bakmaktadırlar.

Uzlet eden kişi demek aynı zamanda susan kişi demektir. Çünkü uzlette olan kimse konuşacak birini de bulamayacaktır ve susacaktır; susmak ise ‘sülûk’un şartlarındandır. Burada anlattığımız uzlet, ‘mürid’lerin uzletidir ki, bedenle yapılır. Fakat ‘muhakkik’lerin uzleti kalp ile yapılır.

Uzlet ancak şu iki sebepten dolayı yapılır. Ya halkın şerrinden, ya da onlara zarar vermekten korktuğu için ayrılır. İkinci sebep, birinciden daha iyidir. Çünkü insanın kendi nefsinden şüphe etmesi başkasından şüphe etmesinden iyidir.

Müridin kendisini terbiye eden şeyhine yaptığı hizmet de uzlet hayatına dahildir.

Yani uzletten dolayı şeyhinin eğitimini ve hizmetini bırakmak gerekmez. Fakat buradaki şeyh için birtakım sebepler ileri sürülmüştür. Hakk’a (CC) vasıl olmalıdır. Hakk’a (CC) vasıl olan ise kamildir. Her mertebede müridin terbiyesine bakabilir. Aksi takdirde müridin sülûku eksik kalır. Salik yol ortasında kalmış yolcuya benzer.

Bir de mürşid, müridin daimi mürebbisi (eğitimcisi) olmalıdır. Zaten mürid sülûk hayatı boyunca karşılaşacağı zorlukları ancak mürşid sayesinde aşabilir. Büyük mutasavvıflar demişlerdir ki: Sülük hayatında iki türlü derece katedilir. Biri müridin mal ve bedenle hizmet etmesi, diğeri ise mürşidin müride kabiliyetine göre feyz vermesidir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (RA) bu anlamda Hz. Resulullah’a (SAV) hizmet etmiştir. Onun için mal ve nefsini en çok feda eden Hz. Ebu Bekir’dir (RA). Onun için ehlini ve ailesini terk etmiştir. Birçok yerde kendini onun için tehlikeye atmıştır. Hz. Ali (KV) ise kabiliyeti miktarınca ondan ilim bakımından yararlanmıştır. Buradan da anlaş ılıyor ki. şeyh iki türlü olur. Biri müridin kendi terbiyesi için başvurduğu şeyhtir ki, artık ondan başkasını arayıp intisab etmesi doğru değildir. Diğer bir tür şeyh ise müridin teberrüken ziyaret ettiği fakat kendisine hizmet etmek zorunda olmadığı şeyhtir. Bir de öyle şeyhler yardır ki. sadece isimleri şeyhtir, fakat kendilerinin tasavvufi hallerden haberleri yoktur. Bunları ziyaret etmek bile boşunadır. Binbir türlü sapıklık ve bidatla dolu olan zamanımızın birçok şeyhi gibi. Eğer şeyh gerçekten faydalı olamıyorsa mürid, tekke ve tarikatı bırakmayıp, istifade edebileceği tarikat arkadaşları bulmalıdır. Bunlar başka tarikata da mensup olabilir. Bu zatın da müşfik ve aynı zamanda faydalı olması gerekir. Buradaki işfak yani şefkatli olmaya şu anlam verildi; Yanındaki müridlerin yücelmesini kıskanmamak ve onların bir tehlikeye düşmesini istememektir. Buna “ihvan fillah” denir. Böyleleri zamanımızda çok azınlıktadır.

Mürid bir ölü gibi olduğundan, şeyh de onu yıkayan (gassal) gibidir. Şeyh huzurundaki ölü (meyyit) üzerinde dilediğince tasarrufta bulunabilir.

Mürşid kendisini bir ölü gibi teslim eden müridi istediği gibi sağa sola çevirebilir. Mürid itirazı terketmiştir. Çünkü eğer tam teslimiyet olmazsa o müridden ona hayır yoktur. Kısacası feyzin alınması için kalp yolundan bir irtibat gereklidir. Çünkü iç dünyası karanlık, hizmet vo davranışları eksik olan kimse, istenilen makama ulaşamaz.

Şeyh, meyyiti (mürid) velayet suyuyla bütün kirlerden ve sonradan oluşan pisliklerden temizler.

Velayet suyundan maksat ilahi feyizdir ki, velayet zincirine girmedikçe bunun insanın kalbine akması imkansızdır. Çünkü burada velayetten maksat ‘velayet-i hassa’dır, ‘velayet-i amme’ değildir.

‘Ecnebiyet’ ise insanın Allah’tan (CC) uzaklaşmasıdır ki, cünüplük vb. hallerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Ona  (Kur’an’a) ancak temiz olanlar el sürebilir.”[1] buyrulmuştur.    Temizlik, cenabet ve kirlilikten arınmak olduğu gibi, dünyalık şeylerle olan ilişkileri kesmek ile de olur. Allah’a (CC) yönelmek için dünya ve içindekilerden kendimizi uzak tutmamız gerekir. Bu, namaza durmak için cünüblükten uzak ve abdestli olmak gibidir. İşte mürşidin müridine feyz vermesi, onun kalbini eğitmesi, onu bu tür pisliklerden temizlemesidir. Bu pisliklerin herbiri Allah’a (CC) ulaşmayı engelleyen birer manidir. Buradaki hüdus, evveli ve sonu olmayan  “kıdem”in zıddıdır.  Salik’in peşinde olduğu şey ise “Vacib’i Kadim”i seyretmektir. Temiz olmayanın yani bu dünyevi makamları aşamayanların ise kutsal mekanlara ayak basması imkansızdır.

İşte burada da anlaşıldığı gibi sülûk’un evveli sıfat-ı nefsaniyyeden, sonu ise gayriyyetten uzaklaşmaktır. Bu sıfatlardan kurtulmadıkça Hakk Teala’ya (CC) ulaşmak, ‘vücûb ve kıdem’ alemine girmek müşküldür. Nerede kaldı ki, sırrı ile tahakkuk ve zevki  ile zevklenilsin.

Uzletin aslı, halvet yoluyla beş duyu organlarını bazı tasarruflarından uzak tutmaktır.

Bu organlar sayesinde çeşitli şekilde eşyayı tanırız. Mesela kulak sesleri alıp kalbe ulaştırır. Onun için Şer’-i şerif bazı sesleri duymamayı tavsiye etti. Çünkü bazı sesler insanın Hakk yolundan uzaklaşmasına sebep olur. Bütün duyu organları kendince bu özelliği taşır.

Uzlet ile ruh geçirdiği bela ve musibetlerle güçlenir. Nefis sıfatlarıyla disipline edilir. Fakat aynı zamanda beş duyu organları vasıtasıyla ruhun nefse uyması ve esfel-i safilin derecesine düşmesi muhtemeldir. Ruh nefis tarafından kuşatılıp sınırlandırılabilir.

Hulasa nefis duyu organları (havass-ı hamse) vasıtasıyla ruhu emir ve tasarrufu altına alıp vücut da ona hükmeder. Nefis hükümdar gibidir. Sultan olan ruhu azledip kalbin tahtına oturur ve oradan hükmeder. Oysa ruhun bedenle olan ilişkisi böyle olmamalıdır. Ruhun bedendeki fonksiyonu bedenin bütün görevlerini üstlenmektir. Zaten enfüsi ve afâki planda evrenin nizamı da böyledir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir insana uyanlar eğer sapık ve anarşist ruhlu ise onu da kendilerine benzetirler, doğrudan ayırırlar. Padişahlara ve sultanlara şuna benzer nasihatler yapılmıştır? “Devlet idaresine insanların en iyisini getiriniz.” ve “Kim kurdu çoban yaparsa, koyunlara haksızlık etmiş olur.” denilerek halkın idaresine ehil insanların getirilmesini tavsiye etmişler.

Aynı zamanda uzlet ve halvet yoluyla nefsin duyu organları (mahsusat) üzerindeki tasarruf gücü de kırılmış olur.

Yani bu şekilde havass-ı hamsenin faaliyetleri üzerindeki nefsin tahakkümüne,     dünyalık şehvet ve ihtirasların esaretine son verilmiş olur. Böylece nefis zayıflar. Nefsin zayıflaması da kalbin kuvvet bulması demektir. Heva, nefsin kendine uygun olan işlere yönelmesi, şehvet ise aklın maverasındadır. Bunun için denilmiştir ki: “Herhangi bir iş konusunda alimlerle konuş, onların da özellikle akıllı olanlarıyla… Yoksa o işi terk etmelisin. Çünkü ehl-i şehvet ile bir şey müşavere edilirse o şeyin sonu mutlaka hüsran ve yenilgi olur.”

Bunun için meleklerde sadece akıl vardır, şehvet yoktur. Hayvanda sadece şehvet vardır. Ama insanda ise her ikisi de vardır. Şehvet tabu ve süfli bir sıfattır. Akıl ise ruhani ve yüce bir sıfattır. İlmin neticesidir, dolayısıyla ilim akıldan daha üstündür. İnsan çeşitli kuvvelerden mürekkebdir. Kimisi iyi, kimisi de kötüdür. Bir sıfat iki mertebede iki isimle anılır. Mesela: Akıl ve ruh aslında birdir. Fakat tecridi itibarıyla ruh, taalluk ve idrak itibarıyla da akıl denilr.

İnsan şeref, kemal-i akl, ilim, kalp ve ruh yapısıyla insan olur. Tersine insanlıktan çıkması ise nefis, şehvet ve hevasına uymasıyla olur. Çünkü çeşitli zıt kuvvetleri bünyesinde toplayan insan, varlığındaki süfli duyguları bertaraf etmek zorundadır, insanın fıtratında hayır ile şer, celal ile cemal ve ‘lütuf’ ile ‘kahır’ gibi zıt kuvvetler vardır ki, bundan dolayı insana ‘kabzeteyn’ denilmiştir. İşte insanın olgunlaşması ve tekamülü bu zıt kuvvetlerin çarpışmasıyla olur.

Meleklerde ve ehl-i cennet olanlarda ise bu mücahede ve çarpışmaya gerek kalmamıştır. Çünkü meleklerin tabiatı nurdandır. Cennet ise mücahede mahalli değil zevk ve sefa yeridir.

Hz. Adem (AS) imtihan edilip şer’ mertebesinde akıl ve hakikat dairesinde aşk ve muhabbetle mükerrem kılındı. Çünkü melekler ehl-i muhabbet ise de ehl-i aşk değildir. Hz. Adem (AS) ah ve pişmanlık ehlidir, melekler ise sadece tesbih ve temhid ehlidir. Bunun için melek Hz. Adem’in (AS) bir parçasıdır.

Nitekim doktor hastasını tedavi ermeye başlayınca evvela hastalığına zarar getirecek olan yiyeceklerden uzak durmasını tavsiye eder. Böylece hastalığa sebep olan yolları kapatmış olur. Denilmiştir ki: “Perhiz bütün tedavilerin başıdır.”

Salik’in halvete başladığı sırada nefsani ve şehevani hislerden arınması ve bunlardan uzaklaşması gerekir. Mürşid-i kamilin, müridini manevî tekamül ve tedaviye alması böyle olur. Doktorun hastasına birtakım yasaklar önermesi gibi. Bununla hastalığın önüne geçilmiş olur. Mesela bir insanı zehirli yılan soksa ya da kuduz köpek ısırsa bu hastalığın önlenmesi için bu hayvanların öldürülmesi gerekir. Aynı şekilde zararlı yiyeceklerden hasta korunmazsa iyileşmesi imkansızdır. Hindistan bölgesinde olduğu gibi bazıları hastayı hiçbir şey yememek suretiyle iyileştirmek isterler. Anadolu yöresinde ise iktisab yolu ile tedavi yapılırdı. Mesela hazım için nohut ve benzeri şeyler yedirilirdi. Birinci metod daha etkilidir.

Bundan sonra hastaya müshil yedirilerek içindeki zararlı maddeler de atılırdı. Dolayısıyla bünye hastalığa karşı savunma gücüne kavuşurdu.

Böylece bünye eski halini alır. Çünkü bazı zararlı yiyeceklerin galebesiyle vücud zafiyete uğramıştır.

İnsan dört unsurdan oluşur. Toprak, su, hava ve ateş. Bu dört unsurdan da çeşitli tabiî haller meydana gelmiştir. Sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet bunlardandır. Bu ikinci dört unsurdan da değişik unsurlar hasıl olmuştur. Mesela kan, balgam, sevda ve safra gibi. Bu tabii haller kullanıldığı miktar ve zamanına göre hastalık ve sıhhate sebep olurlar. Bu zıt tabii hallerin birbirine karşı galibiyet ve mağlubiyetine göre hastalıklara zemin olur. En doğrusu insanın bunları itidal halinde tutmasıdır. Özellikle gençler bu gibi şeylere dikkat etmediğinden yaşlılıkta bunun kötü sonuçları ortaya çıkar fakat bundan sonra ilaç da fayda vermeyecektir. Böylece dünyayı ah-u zar içinde terk ederler. Bu anlattıklarımızda bize dersler vardır. Maddî hastalıklarımızdan manevî hastalıklarımızı hatırlamamız gereklidir. Çünkü Hakk’tan (CC) uzaklaşmak gibi büyük bir hastalık yoktur. Bunun tedavisi ise keşf ile ve tevhid-i efal ve sıfat ile hasıl olur.

Bu da ancak bir maneviyat doktoruyla mümkün olabilir.

Burada perhizden sonra almması gereken müshilden maksat sürekli ve uzun süreli zikirdir.

Nasıl ki, müshil şerbeti bünyedeki bütün zararlı maddeleri söküp atıyorsa, sürekli zikir de aynı şekilde kalpteki bütün tabiî ve nefsani hastalıkları temizleyip müridin derununu hastalıklardan arındırır. Çünkü masiva her zaman karanlığı, zikir ise nur ve ışığı temsil eder. Güneşin doğmasıyla karanlıktan eser kalmadığı gibi zikir nuru geldiği zaman da şerden ve karanlıktan eser kalmayacaktır. Buna sabah-ı tecelli denmiştir. Zikir burada sürekli olmakla mukayyed kılınmıştır. Çünkü arada kopukluk olan zikir yeterli randıman vermez. “İlk fetih” (kalbin açılışı) kişilerde farklılık arzedebilir. Mürşidin kontrolü altında on veya onbeş gün sürer. Bu, mürşidin gözetimi altında yapılmalıdır. Aksi takdirde kimse kendisinin yükseldiğini veya düştüğünü anlayamaz. Son fetih ise on sene ve belki daha fazla bir zaman alabilir. Çünkü bunda herbiri çok uzun süre alan merhaleler vardır: Tevhid, tecrid, tefrid, enfüs ve afak. Bunların herbiri tertib ve tedriç üzerine yapılmalıdır. Bütün bunlar çok uzun bir süre alır. Fena makamından sonra kırk yıl sürebilir. Bundan sonra beka ile yirmi üç yıl ancak nihayetin nihayetine ulaşmak mümkündür. Öyleyse birkaç keşf ve tecelli vakıası yaşayan artık iş bitti sanıp aldanmasın. Burada yol çok uzundur.

www.GAVSULAZAM.de


[1] Vakıa S. A.79

 
   

 

©2003 - 2004  Gavsulazam.de       Her hakkı mahfuzdur...