Uzlet: Bir insanın tıpkı bir ölü gibi inziva ve ayrılık suretiyle
insanlardan ayrı yaşamasıdır. Yani insanlarla sohbet ve ülfetten çekinip ayrı
bir hayat yaşamaktır. Bu ayrılık tıpkı bir ölünün
hayattan ayrılması gibidir. Çünkü bir ölü, akraba ve dostlarından -aralarına
dünyada bir daha dönmemek üzere- kesin olarak ayrılır.
Salik ‘gaybu’l-guyûb’a yönelen
kişidir. Bunun için bu dünyanın mal ve mülkünden kendini arındırıp sadece Allah’ı
(CC) düşünmelidir. Yar için ağyarın sohbetini bırakmalıdır. Çünkü hala ağyar alemindedir.
Eğer gerçekten Allah (CC) ile yar olabilirse başkasıyla sohbet ve ülfet
ihtiyacını hissetmez. Nitekim Eba Yezid-i Bistami (RA): “Ben otuz yıldır Hakk’la (CC) sohbet etmekteyim fakat halk da kendisiyle
sohbet ettiğimi sanıyor.”, buyurmuştur. Yani, Bistami (RA) halkın batini
derûni hayatına, halk ise onun dış görünüşüne göre hareket etmektedir. Kalp
gözü açılmış (mükaşif) kişiler bir vadiden bakıyor, gözleri örtülü (mahcûb)
olanlar ise bir başka vadiden bakmaktadırlar.
Uzlet eden kişi demek aynı
zamanda susan kişi demektir. Çünkü uzlette olan kimse konuşacak birini de
bulamayacaktır ve susacaktır; susmak ise ‘sülûk’un şartlarındandır. Burada
anlattığımız uzlet, ‘mürid’lerin uzletidir ki, bedenle yapılır. Fakat ‘muhakkik’lerin
uzleti kalp ile yapılır.
Uzlet ancak şu iki sebepten
dolayı yapılır. Ya halkın şerrinden, ya da onlara zarar vermekten korktuğu için
ayrılır. İkinci sebep, birinciden daha iyidir. Çünkü insanın kendi nefsinden
şüphe etmesi başkasından şüphe etmesinden iyidir.
Müridin kendisini terbiye eden şeyhine yaptığı hizmet de uzlet hayatına
dahildir.
Yani uzletten dolayı şeyhinin
eğitimini ve hizmetini bırakmak gerekmez. Fakat buradaki şeyh için birtakım
sebepler ileri sürülmüştür. Hakk’a (CC) vasıl olmalıdır. Hakk’a (CC) vasıl olan
ise kamildir. Her mertebede müridin terbiyesine bakabilir. Aksi takdirde
müridin sülûku eksik kalır. Salik yol ortasında kalmış yolcuya benzer.
Bir de mürşid, müridin daimi
mürebbisi (eğitimcisi) olmalıdır. Zaten mürid sülûk hayatı boyunca
karşılaşacağı zorlukları ancak mürşid sayesinde aşabilir. Büyük mutasavvıflar
demişlerdir ki: Sülük hayatında iki türlü derece katedilir. Biri müridin mal ve
bedenle hizmet etmesi, diğeri ise mürşidin müride kabiliyetine göre feyz
vermesidir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (RA) bu anlamda Hz. Resulullah’a (SAV) hizmet
etmiştir. Onun için mal ve nefsini en çok feda eden Hz. Ebu Bekir’dir (RA).
Onun için ehlini ve ailesini terk etmiştir. Birçok yerde kendini onun için
tehlikeye atmıştır. Hz. Ali (KV) ise kabiliyeti miktarınca ondan ilim
bakımından yararlanmıştır. Buradan da anlaş ılıyor
ki. şeyh iki türlü olur. Biri müridin kendi terbiyesi için başvurduğu şeyhtir
ki, artık ondan başkasını arayıp intisab etmesi doğru değildir. Diğer bir tür
şeyh ise müridin teberrüken ziyaret ettiği fakat kendisine hizmet etmek zorunda
olmadığı şeyhtir. Bir de öyle şeyhler yardır ki. sadece isimleri şeyhtir, fakat
kendilerinin tasavvufi hallerden haberleri yoktur. Bunları ziyaret etmek bile
boşunadır. Binbir türlü sapıklık ve bidatla dolu olan zamanımızın birçok şeyhi
gibi. Eğer şeyh gerçekten faydalı olamıyorsa mürid, tekke ve tarikatı
bırakmayıp, istifade edebileceği tarikat arkadaşları bulmalıdır. Bunlar başka
tarikata da mensup olabilir. Bu zatın da müşfik ve aynı zamanda faydalı olması
gerekir. Buradaki işfak yani şefkatli olmaya şu anlam verildi; Yanındaki
müridlerin yücelmesini kıskanmamak ve onların bir tehlikeye düşmesini
istememektir. Buna “ihvan fillah” denir.
Böyleleri zamanımızda çok azınlıktadır.
Mürid bir ölü gibi olduğundan, şeyh de onu yıkayan (gassal) gibidir. Şeyh
huzurundaki ölü (meyyit) üzerinde dilediğince tasarrufta bulunabilir.
Mürşid kendisini bir ölü gibi
teslim eden müridi istediği gibi sağa sola çevirebilir. Mürid itirazı
terketmiştir. Çünkü eğer tam teslimiyet olmazsa o müridden ona hayır yoktur.
Kısacası feyzin alınması için kalp yolundan bir irtibat gereklidir. Çünkü iç
dünyası karanlık, hizmet vo davranışları eksik olan kimse, istenilen makama
ulaşamaz.
Şeyh, meyyiti (mürid) velayet suyuyla bütün kirlerden ve sonradan oluşan
pisliklerden temizler.
Velayet suyundan maksat ilahi
feyizdir ki, velayet zincirine girmedikçe bunun insanın kalbine akması imkansızdır.
Çünkü burada velayetten maksat ‘velayet-i
hassa’dır, ‘velayet-i amme’ değildir.
‘Ecnebiyet’ ise insanın Allah’tan (CC) uzaklaşmasıdır ki,
cünüplük vb. hallerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Ona (Kur’an’a) ancak temiz
olanlar el sürebilir.”
buyrulmuştur. Temizlik, cenabet ve
kirlilikten arınmak olduğu gibi, dünyalık şeylerle olan ilişkileri kesmek ile
de olur. Allah’a (CC) yönelmek için dünya ve içindekilerden kendimizi uzak
tutmamız gerekir. Bu, namaza durmak için cünüblükten uzak ve abdestli olmak
gibidir. İşte mürşidin müridine feyz vermesi, onun kalbini eğitmesi, onu bu tür
pisliklerden temizlemesidir. Bu pisliklerin herbiri Allah’a (CC) ulaşmayı
engelleyen birer manidir. Buradaki hüdus, evveli ve sonu olmayan “kıdem”in
zıddıdır. Salik’in peşinde olduğu şey
ise “Vacib’i Kadim”i seyretmektir.
Temiz olmayanın yani bu dünyevi makamları aşamayanların ise kutsal mekanlara
ayak basması imkansızdır.
İşte burada da anlaşıldığı
gibi sülûk’un evveli sıfat-ı nefsaniyyeden, sonu ise gayriyyetten
uzaklaşmaktır. Bu sıfatlardan kurtulmadıkça Hakk Teala’ya (CC) ulaşmak, ‘vücûb
ve kıdem’ alemine girmek müşküldür. Nerede kaldı ki, sırrı ile tahakkuk ve
zevki ile zevklenilsin.
Uzletin aslı, halvet yoluyla beş duyu organlarını bazı tasarruflarından
uzak tutmaktır.
Bu organlar sayesinde çeşitli
şekilde eşyayı tanırız. Mesela kulak sesleri alıp kalbe ulaştırır. Onun için
Şer’-i şerif bazı sesleri duymamayı tavsiye etti. Çünkü bazı sesler insanın
Hakk yolundan uzaklaşmasına sebep olur. Bütün duyu organları kendince bu
özelliği taşır.
Uzlet ile ruh geçirdiği bela ve musibetlerle güçlenir. Nefis sıfatlarıyla
disipline edilir. Fakat aynı zamanda beş duyu organları vasıtasıyla ruhun nefse
uyması ve esfel-i safilin derecesine düşmesi muhtemeldir. Ruh nefis tarafından
kuşatılıp sınırlandırılabilir.
Hulasa nefis duyu organları
(havass-ı hamse) vasıtasıyla ruhu emir ve tasarrufu altına alıp vücut da ona
hükmeder. Nefis hükümdar gibidir. Sultan olan ruhu azledip kalbin tahtına
oturur ve oradan hükmeder. Oysa ruhun bedenle olan ilişkisi böyle olmamalıdır.
Ruhun bedendeki fonksiyonu bedenin bütün görevlerini üstlenmektir. Zaten enfüsi
ve afâki planda evrenin nizamı da böyledir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir
insana uyanlar eğer sapık ve anarşist ruhlu ise onu da kendilerine benzetirler,
doğrudan ayırırlar. Padişahlara ve sultanlara şuna benzer nasihatler
yapılmıştır? “Devlet idaresine insanların en iyisini getiriniz.” ve “Kim kurdu
çoban yaparsa, koyunlara haksızlık etmiş olur.” denilerek halkın idaresine ehil
insanların getirilmesini tavsiye etmişler.
Aynı zamanda uzlet ve halvet yoluyla nefsin duyu organları (mahsusat)
üzerindeki tasarruf gücü de kırılmış olur.
Yani bu şekilde havass-ı
hamsenin faaliyetleri üzerindeki nefsin tahakkümüne, dünyalık şehvet ve ihtirasların esaretine
son verilmiş olur. Böylece nefis zayıflar. Nefsin zayıflaması da kalbin kuvvet
bulması demektir. Heva, nefsin kendine uygun olan işlere yönelmesi, şehvet ise
aklın maverasındadır. Bunun için denilmiştir ki: “Herhangi bir iş konusunda alimlerle
konuş, onların da özellikle akıllı olanlarıyla… Yoksa o işi terk etmelisin.
Çünkü ehl-i şehvet ile bir şey müşavere edilirse o şeyin sonu mutlaka hüsran ve
yenilgi olur.”
Bunun için meleklerde sadece
akıl vardır, şehvet yoktur. Hayvanda sadece şehvet vardır. Ama insanda ise her
ikisi de vardır. Şehvet tabu ve süfli bir sıfattır. Akıl ise ruhani ve yüce bir
sıfattır. İlmin neticesidir, dolayısıyla ilim akıldan daha üstündür. İnsan
çeşitli kuvvelerden mürekkebdir. Kimisi iyi, kimisi de kötüdür. Bir sıfat iki
mertebede iki isimle anılır. Mesela: Akıl ve ruh aslında birdir. Fakat tecridi
itibarıyla ruh, taalluk ve idrak itibarıyla da akıl denilr.
İnsan şeref, kemal-i akl,
ilim, kalp ve ruh yapısıyla insan olur. Tersine insanlıktan çıkması ise nefis,
şehvet ve hevasına uymasıyla olur. Çünkü çeşitli zıt kuvvetleri bünyesinde
toplayan insan, varlığındaki süfli duyguları bertaraf etmek zorundadır, insanın
fıtratında hayır ile şer, celal ile cemal ve ‘lütuf’ ile ‘kahır’ gibi zıt
kuvvetler vardır ki, bundan dolayı insana ‘kabzeteyn’ denilmiştir. İşte insanın
olgunlaşması ve tekamülü bu zıt kuvvetlerin çarpışmasıyla olur.
Meleklerde ve ehl-i cennet
olanlarda ise bu mücahede ve çarpışmaya gerek kalmamıştır. Çünkü meleklerin
tabiatı nurdandır. Cennet ise mücahede mahalli değil zevk ve sefa yeridir.
Hz. Adem (AS) imtihan edilip
şer’ mertebesinde akıl ve hakikat dairesinde aşk ve muhabbetle mükerrem
kılındı. Çünkü melekler ehl-i muhabbet ise de ehl-i aşk değildir. Hz. Adem (AS)
ah ve pişmanlık ehlidir, melekler ise sadece tesbih ve temhid ehlidir. Bunun
için melek Hz. Adem’in (AS) bir parçasıdır.
Nitekim doktor hastasını tedavi ermeye başlayınca evvela hastalığına zarar
getirecek olan yiyeceklerden uzak durmasını tavsiye eder. Böylece hastalığa
sebep olan yolları kapatmış olur. Denilmiştir ki: “Perhiz bütün tedavilerin
başıdır.”
Salik’in halvete başladığı
sırada nefsani ve şehevani hislerden arınması ve bunlardan uzaklaşması gerekir.
Mürşid-i kamilin, müridini manevî tekamül ve tedaviye alması böyle olur.
Doktorun hastasına birtakım yasaklar önermesi gibi. Bununla hastalığın önüne
geçilmiş olur. Mesela bir insanı zehirli yılan soksa ya da kuduz köpek ısırsa
bu hastalığın önlenmesi için bu hayvanların öldürülmesi gerekir. Aynı şekilde
zararlı yiyeceklerden hasta korunmazsa iyileşmesi imkansızdır. Hindistan
bölgesinde olduğu gibi bazıları hastayı hiçbir şey yememek suretiyle iyileştirmek
isterler. Anadolu yöresinde ise iktisab yolu ile tedavi yapılırdı. Mesela hazım
için nohut ve benzeri şeyler yedirilirdi. Birinci metod daha etkilidir.
Bundan sonra hastaya müshil
yedirilerek içindeki zararlı maddeler de atılırdı. Dolayısıyla bünye hastalığa
karşı savunma gücüne kavuşurdu.
Böylece bünye eski halini
alır. Çünkü bazı zararlı yiyeceklerin galebesiyle vücud zafiyete uğramıştır.
İnsan dört unsurdan oluşur.
Toprak, su, hava ve ateş. Bu dört unsurdan da çeşitli tabiî haller meydana gelmiştir.
Sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet bunlardandır. Bu ikinci dört unsurdan da
değişik unsurlar hasıl olmuştur. Mesela kan, balgam, sevda ve safra gibi. Bu
tabii haller kullanıldığı miktar ve zamanına göre hastalık ve sıhhate sebep
olurlar. Bu zıt tabii hallerin birbirine karşı galibiyet ve mağlubiyetine göre
hastalıklara zemin olur. En doğrusu insanın bunları itidal halinde tutmasıdır. Özellikle
gençler bu gibi şeylere dikkat etmediğinden yaşlılıkta bunun kötü sonuçları
ortaya çıkar fakat bundan sonra ilaç da fayda vermeyecektir. Böylece dünyayı ah-u
zar içinde terk ederler. Bu anlattıklarımızda bize dersler vardır. Maddî
hastalıklarımızdan manevî hastalıklarımızı hatırlamamız gereklidir. Çünkü Hakk’tan
(CC) uzaklaşmak gibi büyük bir hastalık yoktur. Bunun tedavisi ise keşf ile ve
tevhid-i efal ve sıfat ile hasıl olur.
Bu da ancak bir maneviyat doktoruyla mümkün olabilir.
Burada perhizden sonra almması
gereken müshilden maksat sürekli ve uzun süreli zikirdir.
Nasıl ki, müshil şerbeti
bünyedeki bütün zararlı maddeleri söküp atıyorsa, sürekli zikir de aynı şekilde
kalpteki bütün tabiî ve nefsani hastalıkları temizleyip müridin derununu
hastalıklardan arındırır. Çünkü masiva her zaman karanlığı, zikir ise nur ve
ışığı temsil eder. Güneşin doğmasıyla karanlıktan eser kalmadığı gibi zikir
nuru geldiği zaman da şerden ve karanlıktan eser kalmayacaktır. Buna sabah-ı tecelli denmiştir. Zikir burada
sürekli olmakla mukayyed kılınmıştır. Çünkü arada kopukluk olan zikir yeterli
randıman vermez. “İlk fetih” (kalbin
açılışı) kişilerde farklılık arzedebilir. Mürşidin kontrolü altında on veya
onbeş gün sürer. Bu, mürşidin gözetimi altında yapılmalıdır. Aksi takdirde
kimse kendisinin yükseldiğini veya düştüğünü anlayamaz. Son fetih ise on sene
ve belki daha fazla bir zaman alabilir. Çünkü bunda herbiri çok uzun süre alan
merhaleler vardır: Tevhid, tecrid, tefrid, enfüs ve afak. Bunların herbiri
tertib ve tedriç üzerine yapılmalıdır. Bütün bunlar çok uzun bir süre alır.
Fena makamından sonra kırk yıl sürebilir. Bundan sonra beka ile yirmi üç yıl
ancak nihayetin nihayetine ulaşmak mümkündür. Öyleyse birkaç keşf ve tecelli
vakıası yaşayan artık iş bitti sanıp aldanmasın. Burada yol çok uzundur.
www.GAVSULAZAM.de
|