|
Mürîd tevbesinin gölgesinde, murâd ise Rabbinin (CC)
inâyetinin gölgesinde kâimdir. Mürîd yürüyerek gider, murâd ise uçarak gider.
Mürîd kapının önündedir; murâd ise kapının ötesinde, Rabbine (CC) yakınlık
mahzenindedir.
Mürîd ameline gayretle devam ederse murâd olur. Kurbiyet, öyle hayâlî, boş
amellerle olmaz. Biz meseleyi genel durum üzerine açıkladık, istisnâlardan
bahsetmedik. Mûsâ (AS) ne zaman kurbiyete ulaştı? Şiddetli acılara,
mücâhedelere katlandıktan sonra değil mi? Firavun’un ülkesinden kaçtı,
sıkıntılara katlandı, senelerce koyun güttü… bunlardan sonra gördüğünü gördü…
Nice nice sonra Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kurbiyetine mazhar oldu.
Açlığa, susuzluğa ve gurbete katlanınca cevheri
ortaya çıktı ve Şuayb (AS)’ın kızlarına karşı onun içindeki merhamet bilinince
hayır ona “eş” oldu; Şuayb (AS)’ın kızıyla evlendi. Oysa Mûsâ (AS) onların
koyunlarının hizmetinde idi, çünkü aç idi. Onların koyunlarını suladıktan sonra
utanarak ağacın altına gitti. Utancı onu yaptığı işe karşılık bir ücret
istemekten alıkoydu. Kader onun önüne set çekti, utancı onun gözünü açtı.
Hakk’ın (CC) nazarı onu sapasağlam yaptı da, hâlini Rabbine (CC) şu şekilde
açmasına vesîle oldu: “Rabbim (CC)! Ben üzerime indireceğin hayrın her
zerresine muhtâcım.”
İşte o bu hal içinde iken Şuayb (AS)’ın kızı O’nun (AS) yanına geldi. Onu
babasına götürdü. O (AS), Mûsâ’nın (AS) hâlini hatırını sordu. O da (AS) hikâyesini,
başından geçenleri bir bir anlattı. Şuayb (AS) dedi ki: “Korkma, zâlim bir
topluluktan kurtuldun.”
Sonra kızını onunla evlendirdi. Koyunlarını gütmesi için onu çoban tuttu. Hz.
Musa (AS), Firavun’un mülkünü de, onun yanındaki şımarık hâlini de unuttu
gitti; çobanlık hırkasını giydi. Gece gündüz koyunlarla berâber oldu. Kıraç
topraklarda otlayıp, konuşmayan hayvanlarla birlikte oturdu! Zühdü ve halktan
halvet içinde olmayı öğrendi. Kalbini onlardan temizledi. İşini, hâlini böylece
senelerce sağlamlaştırdı. Kalbinden Firavun’un mülkü gitti. Dünyâ her şeyiyle
onun “sırrından” (iç dünyâsından) çekilip kayboldu.
Zamânı gelince verdiği ahidden zâhiren serbest
kaldı; geriye sâdece, Allah’a (CC) verilen ahid ve onun Mûsâ (AS)’ın kalbi ve
sırrı üzerindeki hakkı kaldı. Şuayb (AS) ile vedâlaştıktan sonra eşini yanına
aldı. Şehirden üç fersah uzaklaşmıştı ki, akşam oldu. Eşi hâmile idi. Doğum
sancısı tuttu. Mûsâ (AS)’dan aydınlanabileceği, ışık veren bir şey istedi. Mûsâ
(AS) çakmak taşını çakmaya başladı, sonuç alamadı. Gecenin karanlığı iyice
bastırdı. Hiçbir yönü göremez oldu. Koca dünya ona dar geldi. Yolda tek başına,
garip kaldı, ne tarafa gideceğini bilemedi. Eşi de o acı ve ızdırap içerisinde
idi. Yüksek bir yere çıktı, çaresizce, sağa sola, öne arkaya bakmaya başladı.
Tûr Dağı tarafından bir ses duydu ve bir ateş gördü. Eşine, “Sen burada dur;
ben bir ateş gördüm. Belki ondan bir parça getiririm ve oradakilerden doğru
yolu öğrenirim” dedi. Oraya geldiğinde ona nidâ edildi; iyice yaklaşıp o
ateşten bir parça almak isteyince, iş değişti! Âdet gitti, hakîkat geldi.
Ailesini ve onların durumunu unuttu. Eşine geldiğinde ona ikramla birlikte,
sıkıntısına çâre bulmuş olarak geldi. Bir münâdî ona seslendi; bir muhâtap ona
hitap etti; onunla birisi konuştu; o Hakk (CC) idi. Bu iş vâsıtasız, vâdinin
sağ tarafında, mübârek bir mevkide ve ağaçtan gerçekleşti. Ağaç O’nun (AS) kıblesi
oldu. O’na (AS) dedi ki: “Ey Mûsâ (AS)! “Ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım
(CC)!”
Yâni, ne bir meleğim, ne bir insanım, ne bir cinim, bilakis âlemlerin Rabbiyim
(CC). Yâni, Firavun “Ben sizin en büyük rabbinizim”
sözünde ve dolayısıyla benden başka ilah olduğu iddiâsında yalancıdır. Allah (CC)
sâdece benim. İster Firavun, isterse insan, cin, melek veya arştan yerin dibine
kadar hangi mahluk olursa olsun, hiç kimse ilah olamaz! Ben senin şu ânını da,
sonrasını da, kıyâmete kadar her şeyini bilirim…”
Yazık sana,
ey bidatçi!
Allah’tan (CC) başka hiçbir varlık “Ben Allah’ım (CC)” diyemez. Rabbimiz (CC) konuşandır;
O (CC) ahras ve dilsiz değildir. Bundan dolayıdır ki, Mûsâ (AS)’a yaptığı
konuşmada bu noktayı tekit ederek şöyle buyurmuştur: “Allah (CC), Mûsâ ile
konuşmuştur!”
O (CC) işitilen ve anlaşılan söz sâhibidir! Mûsâ (AS) Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kelâmını
işitince canı çıkacakmış gibi oldu. O’nun (CC) heybetinden dolayı yüzükoyun düştü.
Öyle bir kelam işitmişti ki, önceden hiç benzerini işitmemişti. Beşerin aczi
üzerine gelen ve onun elini ayağını tutmaz bırakan bir kelam… Allah-ü Teâlâ (CC)
bir melek gönderdi. O melek Mûsâ (AS)’ı oturttu. Elinin birini onun göğsüne,
diğerini sırtına koydu. Böylece, Mûsâ (AS) ayağa kalkabildi, kalbi sâkinleşti,
aklı yerine geldi ve Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kelâmını düşünebildi, anlayabildi.
Bu ancak, onun kıyâmeti koptuktan sonra, bütün genişliğine rağmen dünya başına
dar geldikten sonra gerçekleşebilmiştir.
Allah-ü Teâlâ (CC), Musâ (AS)’a elçisi olarak
Firavun’a ve kavmine gitmesini emretti. O (AS) şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi (CC)!
Dilimdeki kekemeliği gider ki, onlar benim konuşmamı anlayabilsinler ve beni
kardeşim ile kuvvetlendir.” Onun konuşmasında kekemelik vardı. Çocukluğunda
Firavun ile aralarında geçen bir olaydan dolayı fasih bir şekilde konuşamaz
idi. Bir kelimeyi söylemek istediğinde dura dura konuşur, kelimenin bir harfini
söylemeye çalışır ve ancak sonra kelimenin diğer harfini çıkarabilirdi. Buna
sebep olan hâdise şu idi: O küçükken ve Firavun’un evinde iken, Firavun’un
karısı Mûsâ’yı (AS) onun kucağına verdi: “Bu bizim gözümüzün aydınlığı, onu
öldürme” dedi. Firavun öpmek için onu kendisine doğru yaklaştırdığında Mûsâ
onun sakalını tuttu ve çekiştirdi. Firavun: “Bu, benim saltanatımı yıkacak olan
çocuk! Onu öldürmeliyim” dedi. Bunun üzerine Âsiye şöyle dedi: “Bu daha bir
çocuk, ne yaptığını bilmiyor.” Hizmetçilere, biri ateş koru, diğeri de inci ile
dolu olan iki kap getirmeleri emredildi. Âsiye: “Bu iki kabı çocuğun önüne
koyalım, eğer o, ikisinin arasındaki farkı anlar, elini inciye uzatır ve
ateşten sakınırsa onu öldür; fakat onlar arasındaki farkı anlamaz, elini ateşe
uzatırsa o zaman onu öldürme” dedi. Bu şekilde anlaştılar. Mûsâ’nın (AS) önüne
kapları koydular. O (AS) elini ateşe uzattı, bir parça kor aldı, ağzına
götürdü. Ağzı yanınca, ağlamaya başladı. Âsiye dedi ki: “Sana demedim mi, o
senin sakalını bilerek çekmemiştir diye?” Firavun onu öldürmekten vazgeçti. Allah-ü
Teâlâ (CC) Mûsâ’yı (AS) onun evinde büyüttü. Onun dilini çözen, ona her türlü
dert, gam ve sıkıntıdan bir kurtuluş yolu gösteren Allah (CC) ne yücedir! Allah-ü
Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a (CC) karşı takvâ sâhibi olursa, O
(CC) ona bir kurtuluş yolu gösterir, onu ummadığı yerden rızıklandırır. Allah’a
(CC) tevekkül edene O (CC) yeter.”
Bu kalp safâ ve sıhhat bulursa altı cihetten de
Hakk’ın (CC) sesini işitir. Her nebînin, her resûlün, her velînin, her sıddîkın
sesini de işitir. O zaman Hakk’a (CC) yakınlaşır. Hakk’a (CC) kurbiyet onun
için hayat, O’ndan (CC) uzaklık ise onun için ölüm olur. O’na (CC) münâcâtında
O’nun (CC) rızâsı olur. Böylece her şeye kanaatkâr olur. Dünyânın elinden
gitmesine aldırmaz. Açlıkla, susuzlukla ilgilenmez. Bir şeylere iltifat, bir
şeylerden yüzçevirme onu ilgilendirmez.
Hâkim’in (hüküm ve hikmet sâhibi olna Allah’ın CC.)
hükümlerine sabredin. “İlim” (kader) üzerindeki örtü sizin için kalkmıştır. Hakk
(CC) size sabretmenizi emretmiştir; o halde sabredin. O (CC) husûsî olarak
Nebîsine, umûmî olarak da hepinize sabrı emretmiştir: “Ulü’l-azm
peygamberler nasıl sabrettiyse sen de öylece sabret!”
Ey Muhammed (SAV)! Aile, evlat, mal, halkın eziyeti sıkıntılarından, kazâ ve
kader olarak, onların başına getirdiğim şeylere, onlar nasıl benim için
sabrettilerse sen de öylece sabret!
Bütün bunlara onlar tahammül gösterdiler. Sizin
tahammülünüz ne kadar az! Bakıyorum da, içinizden bir kimse bile, arkadaşının
bir kelimesine dahi tahammül edemiyor. Onun bir özrünü dahi çekemiyor.
Resûlullah’tan (SAV) ahlak ve davranış öğrenin. O’na (SAV) uyun, onun ayak
izini tâkip edin. Başlangıcın zorluğuna sabredin ki, nihâyetin rahatına
ulaşabilesiniz. Başlangıç sıkıntıdır, nihâyet ise sükûn. Peygamber (SAV) Efendimiz
başlangıçta halktan uzaklaşmayı tercih etti, sevdi. O (SAV), bâzı günler
birisinin kendisine “Ey Muhammed (SAV)!” diye seslendiğini işitir de, bu sesten
korkup kaçardı. O senin mâhiyetini bilemedi. Bu hal bir müddet böyle devam
etti. Sonra onun ne olduğunu anladı da, ondan kaçmadı. Daha sonra bu ses gelmez
oldu; o, sıkıntıladı, rûhu daraldı ve dağlara çıktı. Neredeyse kendini
dağlardan atacak duruma geldi. Önceleri kaçıyordu; sonra onu ister oldu.
Başlangıçta sıkıntı, sonrasında sükûn…
Mürîd “tâlip”tir; murâd “matlup”tur. Mûsâ (AS)
mürîd, Hz. Peygamber (SAV) murâd idi. Mûsâ (AS) Tûr-i Sinâ’da rü’yetullah
husûsunda varlığının ve talebinin gölgesinde idi; Hz. Peygamber (SAV) ise murâd
olduğu için O’na (SAV) rü’yet talep olmaksızın ihsan edildi. O (SAV) her hangi
bir iştiyak ve istek olmaksızın yakınlaştı. O (SAV) “mülâkat”
talebi olmadığı halde çokça mülâkî oldu. Başkasına gösterilmeyen O’na (SAV) gösterildi.
Mûsâ (AS)’ın talebi kendisine verilmedi. Dünyâda nasîbi olmadığı şeyi talep
etmiş olarak vefat etti. Peygamber (SAV) Efendimiz ise edebini güzelleştirdi,
gücünü kuvvetini (acziyetini) bildi, mücâhede etti, tevâzu gösterdi; gevşemedi.
Hakk’tan (CC) gayrısını unuttuğu ve Hakk’ın (CC) takdîrine muvâfakat gösterdiği
için, başkasına verilmeyen şey O’na (SAV) bahşedildi.
Açgözlülük ve hırs kötüdür. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) size
taksim ettiğine kanaatkâr ve râzı olun. Sabreden erer. Sabredenin kalbi
zenginleşir, fakirliği kaybolur. Halktan halvet et, uzaklaş. Allah (CC) seni
böylesi bir ibâdete ve onda ihlaslı olmaya muktedir kılsın. Yalnızlık kötü
arkadaşlardan iyidir.
Sâlihlerden birinin yanında köpek gördüler. Ona,
“Bunu niçin yanında gezdiriyorsun?” denince, “O kötü arkadaştan iyidir” diye
cevap verdi. Sâlihler nasıl halveti sevmesinler ki, onların kalpleri
Rabbeleriyle (CC) ünsiyet ve O’nunla (CC) başbaşa kalmanın hazzı ile dolmuştur.
Onlar nasıl halktan kaçmasınlar ki, kalpleri ne faydada, ne zararda halkı
görmekten uzaklaşmıştır. Onların kalpleri faydayı da, zararı da Rablerinden (CC) görür ve bilir. Kurbiyet
şarabı onların içecekleri, lutuf uykuları, kalplerinin Hakk (CC) ile konuşması
ve Hakk’ın (CC) esrârına muttali olması ise onların cenneti olmuştur. Onlar
halka nisbetle deli gibidirler; fakat Hakk’a (CC) nisbetle gerçek akıl sâhibi,
gerçek hikmet ehli, gerçek âlimler onlardır. Zâhid olmak isteyen böyle olsun,
yoksa boşa yorulmasın!
Ey kendi
kendine boşu boşuna sıkıntı çıkaran ve ey yapmacıklı sahtekâr! Nedir bu hâlin? Sende
nefis, hevâ, heves, cehâlet ve inat olduğu müddetçe, ne kadar gündüz oruç
tutsan, geceyi ibâdetle geçirsen de, ne kadar kuru yemekler yesen, kaba
elbiseler giysen de bu işi tamamlayamazsın. Böyle bir şey elde edemezsin. Yazık sana! İhlaslı ol ki, kurtuluşa
eresin. Sâdık ol ki, maksadına ulaşasın, yücelesin. Teslim ol ki, selâmet
bulasın. Muvâfakat et ki, sana da muvâfakat edilsin. Râzı ol ki, râzı olunasın.
Hızlan ki, gerisini Hakk (CC) tamamlasın.
Allah’ım
(CC)! Dünyâ ve âhiret işlerimizi Sen yürüt. Bizi ne nefislerimize, ne de
mahlûkatından başka birisinin eline bırak. “Bize dünyâda da, âhirette de
güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
www.GAVSULAZAM.de
Kaynak:
Gavsulazam Abdulkadir-i
Geylani (KSA),
Cilâü’l-hâtır
fi’l-bâtın
ve’z-zâhir
|