|
Sâlihlerden birinin şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: “Münâfık kırk sene bir tek hâl üzere kalır. Sıddîkın hâli ise bir
günde kırk kere değişir.” Münâfık nefis, hevâ, heves, şeytan ve dünyâ ile
berâberdir. Onlara hizmetten geri durmaz. Onların görüşünden çıkmaz. Onlara
sözlü muhâlefet etmez. Bütün derdi ve tasası yemek, içmek, giyinmek,
evlenmektir. Bunları nereden ve nasıl elde ettiği de onu ilgilendirmez.
Bedenini ve dünyâsını mâmur eder. Kalbini ve dînini tahrip eder. Halktan râzı,
Hâlık’tan (CC) hoşnutsuzdur. Münâfıklığı arttıkça kalbi katılaşır ve kararır.
Hiçbir nasîhat onu harekete geçirmez, rahatsız etmez. Hiç kimsenin vaazını
dinlemez. Hiçbir hatırlatmaya kulak asmaz. Hoş, bu şekilde de aynı hal üzere
kırk yıl kalır.
Sıddık ise bir günde kırk kere değişir. Çünkü o
“Mukallibü’l-kulûb” (kalpleri değiştiren) ile berâberdir. O’nun (CC) kudret
denizine dalmıştır. Bir dalga gelir onu kaldırır, başka bir dalga gelir aşağı
çeker. O, “boş arâzideki bir tüy” (rüzgârın önündeki yaprak) gibi, gassalın
önündeki ölü gibi, ana kucağındaki bebek gibi, çevgan oyununcusunun deyneğinin
önündeki top gibi, Rabbinin (CC) tasarrufu ve takallübü (değiştirmesi)
altındadır. Zâhirini de, bâtınını da O’na (CC) teslim etmiş, O’nun (CC) yönetiminden,
idâresinden râzı olmuştur. Bundan dolayı şöyle denmiştir: “Sûfîlerin yemeleri,
hastanın yemesi gibi, uyumaları da suda boğulanın uyuması gibidir, konuşmaları
ise zarûretten dolayıdır.”
Nasıl böyle olmasınlar ki, onlar diğerlerinin
görmediği şeyleri kalpleriyle müşâhede etmişlerdir. Rablerinden (CC) başka her
şeyi unutmuşlardır. Dünyâ, âhiret ve bütün mâsivâ onların gözlerinden kaybolmuştur.
O’nun (CC) kapısının önüne çadır kurmuşlar, O’nun (CC) kapısının eşiğine
muvâfakat yoluyla baş koymuşlardır. Kazâ ve kader onlara hizmet eder, onları
alınlarının ortasından öper, onları başlarının üzerinde taşırlar. Onlar eğer
sûfilerden değillerse bile, sûfîlere hizmet ederler, onlarla arkadaşlık
kurarlar, onlarla oturup kalkarlar, onlara yakınlaşırlar. Mallarını onların
uğruna dağıtırlar. Onların konuşmalarındaki hikâyelere değil, fiillerinde
onlara tâbi olurlar. Onlara karşı güzel düşünürler, hayran kalırlar.
Elbiseni değil, kalbini temizle. Halkın giydiğini
giy, ama onların yaptığını yapma. Yemekte, giyinmekte ve nikahta ruhbanlık
yoktur. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “…Ruhbanlığı onlar kendileri
çıkardı, biz onlara farz kılmamıştık…”[1]
Hz. Peygamber (SAV) de: “İslâm’da ruhbanlık yoktur”[2]
buyurmuştur.
“Muhlis” (ihlaslı) “muvahhid”lerin (tevhîd ehlinin)
tekkeleri kalpleridir. Onlar nefislerine, hevâ ve heveslerine karşı
haşindirler. Onların meyveleri halvetlerindedir. Müşâhedeleri Rableriyle (CC) ünsiyet
etmek ve O’na (CC) münâcât etmektir. İşte size sâlihlerin halleri konusunda, o
hallere siz de kavuşasınız ve sâlihlere uyasınız diye, benim lisânımdan O (CC) haber
veriyor. Bu hususta nasîbiniz sâdece dinlemekten ibâret olmasın. Size, haberiniz
olsun diye, benim lisânım vâsıtasıyla O (CC) haber veriyor. Öğüt alasınız diye.
O halde sizler de öğüt alın. Sizi benim dilim vâsıtasıyla çağırıyor: O halde
O’nun (CC) dâvetine icâbet edin. Sizi safâya çağırıyor. Sizi yarattıklarına
karşı zâhid olmaya ve kendisine rağbet etmeye çağırıyor. O’nu (CC) zikredenlerden
olmanıza çağırıyor; tâ ki, O’nun (CC) katında zikredilenlerden olasınız.
Mevlâ’sını (CC) talep etmede sâdık olan bir kul, O’nu (CC) bâtınen ve zâhiren,
halvette ve celvette, gece ve gündüz, darlıkta ve bollukta, nîmette ve
sıkıntıda zikretmekten geri durmaz. Öyle ki, zikredilenlerden olur, onun
zikrini etrâfındaki herkes işitir. Sizler sûfîlerin nâil olduğu nîmetlerden
gâfilsiniz. Sizler bayılmış kimseler gibisiniz.
Ey
nîmetlerden gâfil olanlar! Sizler gâfilsiniz. Sizler kayıpsınız. Sizler
bayılmışsınız. Sizler dünyâ işlerinde akıllı, ama âhiret işlerinde akılları
başından gitmiş kimselersiniz. Sizle öyle bir bataklıktasınız ki, kımıldadıkça
batıyorsunuz. Ellerinizi ilticâ ile, tevbe ile, özür ile Allah-ü Teâlâ’ya (CC) uzatın
ki, bulunduğunuz bataktan sizleri kurtarsın.
Dikkat edin! Ben sizi nefsinize, hevâ
ve hevesinize, şehvetlerinize karşı muhâlefet etmeye, bunlardan çokça
yüzçevirmeye ve sabretmeye çağırıyorum. Bu dâvetime icâbet edin. Bunun
meyvesini hemen veyâ daha sonra göreceksiniz. Ben sizi “kızıl bir ölüm”e
çağırıyorum. Haydi Bismillah! Kim
istiyor? Kim geliyor? Kimin buna cesâreti var. Kim bu tehlikeyi göze alıyor? O
ölümdür, ama arkasından ebedî bir hayat gelir. Kaçmayın. Sabretmeye çalışın,
sabredin. Cesâret bir saatlik sabırdır. Rabbinize (CC) muvâfakat etme husûsunda
sabredin. Sizden her kim kazâya rızâ gözterirse, Allah-ü Teâlâ (CC) da onun
yükünü alır ve onu “cesurlar defteri”ne kaydeder. Nefsiyle savaşan kimse nefîs
şeylere mâlik olur. İstediği şeyi bilen kimseye onun uğrunda harcadığı şeyler
hafif gelir.
Ey Allah’ın (CC)
kulları!
Yerinizde sâbit durun. Acele etmeyin. Sadâkat ayaklarınızla yaklaşın ki,
Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kapısını çalalım. Kapı bize açılıncaya kadar, yolumuz açılıncaya
kadar ayrılmayalım. İhtiyaçlarınızı O’ndan (CC) isteme husûsunda arsızlaşın,
ısrarcı olun. Bu sizin için, meliklere, sultanlara ve zenginlere karşı
arsızlaşmaktan daha iyidir. Rablerini (CC) talep etmede sizden öne geçenlere ve
fânî olanlara uyun.
Allah’ım (CC)! Sen bizim de onların da Rabbisin
(CC). Bizim de onların da yaratıcısısın. Bizim de onların da rızık vereni Sensin.
Bize, onlara muâmele ettiğin gibi muâmele et. Bizi bizden çıkar, kendine ilet.
Meliklerin mülklerini ve onlara musallat olan sultanları, ister zengin ister
fakir, ister havâs ister avam, ister pahalı ister ucuz, ister çok ister az…
hepsini bize unuttur. Bize senin zikrini hatırlat. Fiillerinde bize lutfunla
muâmele et. Bizi yakınlığına yakınlaştır. Kalplerimizi ünsiyetinle ünsiyet et.
İbâdının ve bilâdının (kullarının ve beldelerinin) şerrini, her canlının
şerrini bizden gider. Sen onları alınlarının perçeminden tutarsın. Bizi
şerlilerin şerrinden, fâcirlerin tuzaklarından koru. Bizi, Seni işâret eden, Senin
için rehberlik eden, Sana dâvet eden, Senin rızan için tevâzu gösteren, Sana
karşı ve Senin mü’min kullarına karşı tekebbür edenlere tekebbür eden
kullarından eyle. (Âmin)
Ey oğul! Halk sokağından öyle bir
geçiş ile geç ki, bir kapısından gir, öbür kapısından çık. Kalbinle ve
niyetinle onlardan çık. “Yalnız kuş” gibi ol. Ne kimseye ünsiyet et, ne de
kimse sana ünsiyet etsin. Ne kimseyi gör, ne de kimse seni görsün. Ecel vakti
gelinceye kadar, kalbin Rabbinin (CC) kapısına yaklaşıncaya kadar böyle ol.
İşte o zaman sûfîlerin kalplerini orada görürsün. Onlar seni karşılarlar.
Selâmetini kutlarlar. Alnının ortasından öperler. Sonra kapının içerisinden
lutuf eli çıkar ve seni karşılar. Sana öyle güzel yükler yükler, öyle zevkler
tattırır ki… Seni kabul eder. Sana yemekler yedirir, sular içirir. Güzel
kokular sürer. Sonra seni çıkarır, mutlu bir şekilde kapının önüne oturtur.
Müridlerden ve tâliblerden gelenlere bakarsın. Sonra elinden tutar ve geldiğin
zaman kendisinden teslim aldığı ele seni teslim eder. Bu şekilde düzelirsen
halka çık ve onların arasında, hastaların ortasındaki doktor gibi, delilerin
arasındaki akıllı gibi, evlatları arasındaki şefkatli bir baba gibi otur. Böyle
olmadan önce sana kerâmet, iyilik yok. Aksi halde onlar için bir münâfık
olursun. Onlara kul olursun. Duygularına tâbi olursun. Sen zannedersin ki,
onları tedâvi ediyorsun; oysa onları şirk koşarsın. Senin tedâvin sana cezâ
olur. Çünkü o iş cehâletle yapılmıştır ve onda hiçbir sanat, mahâret yoktur.
Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Cehâlet üzere ibâdet eden kimsenin
fesadı sulhünden (zararı faydasından) daha çok olur.”[3]
Ey oğul! Seni ilgilendren şeyi
konuş, mâlâyânîyi terket. Eğer Allah-ü Teâlâ’yı (CC) tanısaydın, O’ndan havfin
daha çok olur, O’nun (CC) huzûrunda az konuşurdun. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV)
şöyle buyurmuştur: “Allah’ı (CC) tanıyanın dili tutulur.”[4]
Yâni: Nefsinin, hevâ ve hevesinin, âdetlerinin, yalancılığının, iftirâcılığının
ve sahtekârlığının dili tutulur, kalbinin, sırrının, mânâsının, sıdkının ve
safâsının dili konuşur. Bâtıl dili tutulur, hak dili konuşur. Mâlâyânî dili
tutulur, kalp dili konuşur. Nefsini talep dili tutulur, Hakk’ı (CC) talep dili
konuşur.
Mârifetin başlangıcında insanın konuşması kesilir
ve bütün varlığı erir. Kendi varlığından da, başkalarının varlığından da fânî
olur. Sonra eğer Hakk (CC) dilerse onu tekrar canlandırır. Eğer onun
konuşmasını dilerse ona yeni bir dil yaratır ve onunla onu konuşturur. İstediği
hikmet ve sırları ona söyletir. Onun konuşması devâ içinde devâ, nur içinde
nur, hak içinde hak, doğru içinde doğru, safâ içinde safâ olur. Çünkü o ancak
kalbine Allah-ü Teâlâ’dan (CC) gelen bir emir üzerine konuşur. Emredilmeksizin
konuşacak olursa helak olur. O ya emir üzerine veyâ galebe netîcesinde konuşur.
Eğer böyle konuşacak olursa, Allah-ü Teâlâ (CC) onu muâheze etmek yerine ona
ikramda bulunur. Galebe hâlinde yapılan fiilde nefis, hevâ, heves, şeytan ve
irâde yoktur. Tıpkı ölünün, konuşmasından[5]
dolayı ve uyuyanın ihtilamdan dolayı muâheze edilmediği gibi. Çünkü insan
uykusu esnâsında ne görür, ne de bilir. Sesin ölmüş kimselerden işitilmesi de
onlar öldükten sonra olmuştur. Bu sıfatlara sâhip olmaksızın halka konuşma
yapan kimsenin susması, konuşmasından daha hayırlıdır. Cesâretlilerden başka
kimse birinci safta görünmez.
Yazık sana! Hakk’a (CC) muhabbet
iddiâsında bulunuyorsun ama başkasına muhabbet duyuyorsun! Bu iddian senin
helak sebebin olur. Alâmetleri senin üzerinde görünmezken nasıl olur da Hakk’a (CC)
muhabbet iddiâsında bulunursun? Muhabbet evde bir köşedir ki, ne kapısı vardır,
ne de anahtarı. Onun alevi üstünden çıkar. Muhib muhabbet kapısını kapatır ve
gizler. Muhabbet onun üzerinde görünür. Onun özel bir lisânı ve konuşması
vardır. Mahbûbundan başka birisini istemez ki, bu da onun ve sadâkatinin en
büyük alâmetlerinden biridir.
Ey yalancı!
Ey sahtekâr!
Sus; sen onlardan biri değilsin. Sen ne muhibsin, ne de mahbubsun. Muhib kapıda
durur, mahbub da kapıdan içeride olur. Muhib heyecanlı, kıpır kıpır, endişeli
olur; mahbub ise, sâkindir, lutuf göğsüne sığınmıştır, orada uyur. Muhib için yorgunluk,
mahbub için rahatlık sözkonusudur. Muhib öğrenci, mahbub âlimdir. Muhib
mahpustur, mahbub serbesttir. Muhabbet (aşk) aklı baştan giderir. Çocuk yılan
gördüğünde bağırır; ehli ise yılan gördüğünde susar. Vahşî hayvan gören kimse
bağırır ve kaçar; vahşî hayvan eğiticileri ise onlarla oynar ve onların yanında
uyur. Oysa onların arasına giren herkes dehşet duyar. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle
buyurmuştur: “Allah’a (CC) karşı tavkâ sâhibi olun ki, O da (CC) size ilim
öğretsin.”[6]
Muhib müttakîdir, kapısının üzerini tehzib eder,
temizler. Bedenini ve kalbini yâni
“kapıyı” temizler. Orası temizlendiğinde, kurbiyet kâtipleri gelir ve o kapıdan
içeri girer. Hüküm, kapının üzerinde güzellik olur, ilim ise kapının iç tarafını
güzelleştirir. Hüküm ile güzelleşen kimse ilimle ünsiyet eder, ilim onu
üstlenir, ona emirler verir, onu zenginleştirir. Hüküm ortak kapıdır, ilim ise
özel kapıdır ve mahbublar içindir. Oraya yapışman, oraya sürekli vurman, hayâ
etmen, kulluğu gerçekleştirmen ve nefsine kusur ve noksan gözüyle bakman
sâyesinde, kapıdaki makâmın uzun olmadıkça sana konuşma hakkı yok, yasak.
Noksanını gören, kemâle ulaşır. Kemâlini görende de
noksan olur. Gittiğiniz yoldan dönün. Danışın, istişâre edin ki, yolun
doğrusunu bulasınız. Sabredin ki, zafere ulaşasınız, mülke ulaşasınız, varlık
bulasınız, yük edinesiniz. Sabredin ki, size de sabredilsin. Râzı olun ki,
sizden de râzı olunsun. Tahammül edin ki, size de tahammül edilsin. Güvenin ki,
size de güvenilsin. Muvâfakat edin ki, size de muvâfakat edilsin. Hizmet edin
ki, size de hizmet edilsin. Kapıya yapışın ki, size açılsın. Acele etmezseniz
muhakkakki, size bağış gelir. İkram edin ki, size de ikram edilsin. Yakınlaşmak
için çabalayın ki, size de yakınlaşılsın.
Kalp, eğer mücâhede ve mükâbede (zorluklara dayanma)
ayaklarıyla yürür, mesâfeler kateder ve Rabbine (CC) vâsıl olursa, orada sebat
bulur. Artık oradan dönüşü olmaz. Hikmetten kudrete, âlet ve sebeplerden
“Sâni”a ve “Müsebbib”e intikal eder; kendi irâdesinden Rabbinin (CC) irâdesine
intikal eder. Sükûnu ve hareketi Rabbi (CC) ile olur.
Ey dünyânın
tâlipleri!
Onu istediğiniz müddetçe yorulacaksınız. O, kendisinden kaçanlara tâlip olur. O
kendisinden kaçanları peşinden koşturarak dener. O kimse eğer ona iltifat
ederse onun yalancılığına hükmeder. Onu sıkıca tutar, bağlar, kullanır, sonra
da öldürür. Şâyet iltifat etmezse, onun sadâkatine hükmeder ve ona hizmet eder.
Dünyâdan, ona karşı zâhid olmadıkça ve ondan kaçmadıkça istifâde edilemez.
Ondan kaçın! Onda öldürücü, tuzaklar kurucu, büyüleyici şeyler vardır. O sizden
ayrılmadan önce siz ondan kalplerinizle ayrılın. O size karşı zâhid olmadan
önce siz ona karşı zâhid olun. Onunla evlenmeyin. Eğer onunla evlenirseniz,
mehrini dîniniz yapmayın. O önce evlenir, sonra hemen boşanır. Onun evlenmesi
de, boşanması da çok hızlıdır. Eğer onu dînin karşılığında istersen, mehri
dînin olur. Zîrâ münâfığın dîni dünyânın mehridir. Şehit mü’minin kanı da
âhiretin mehridir. Muhibbin kanı ise Mevlâ’sına (CC) kurbiyet mehridir.
Dünyâ sana sürekli zarar veriyor ve fayda vermiyor
olduğu halde, sen daha ne zamâna kadar ona hizmet edeceksin? Onu kalbinden
tardedip uzaklaştırırsan, onun hayrını, hizmetini ve önünde zillete düştüğünü
görürsün. O üzerinde her türlü süs olduğu halde, senin mü’min kalbine en güzel
hâliyle görününce kalbin ona: “Sen kimsin?” der. O da: “Ben dünyâyım” der.
Kalbin ondan yüzçevirir; işte o zaman onun ayıplı, kusurlu hâli ortaya
çıkıverir. O güzel sûret, çirkin bir sûrete dönüverir.
Yazık sana! Dünyâya karşı zâhid
olduğunu iddiâ ediyorsun ama dinarı ve dirhemi seviyorsun, onların peşinden
koşuyorsun. Onlar uğruna zenginlerin ve sultanların huzûrunda eğiliyorsun. Sen
zühdünde yalancısın. Sâlihlerden birisi şöyle demiş: “Rüyamda güzel bir kadın
gördüm. Ona dedim ki: “Sen kimsin?” Bana şöyle cevap verdi: “Ben dünyâyım.”
Ona: “Senden ve senin şerrinden Allah-ü Teâlâ’ya (CC) sığınırım” dedim. Bana
şöyle dedi: “Dirhemden ve dinardan nefret edersen benim şerrimden kurtulursun!”
Allah’ım (CC)! Bizi dünyânın ve her türlü şerlinin
şerrinden koru. Sen her şeye kâdirsin. “Bize dünyâda da, âhirette de
güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
www.GAVSULAZAM.de
Kaynak:
Gavsulazam Abdulkadir-i
Geylani (KSA),
Cilâü’l-hâtır
fi’l-bâtın
ve’z-zâhir
|