|
Hz. Peygamber’in (SAV) şöyle söylediği rivâyet
edilmiştir: “Âilesine mal bırakıp da, Allah’a (CC) şer ile gelene yazıklar
olsun!”
Ben insanların çoğunun bu şekilde olduğunu görüyorum. “Vera”sız bir şekilde
dinar ve dirhem biriktiriyorlar; onu da âilelerine ve çocuklarına bırakıyorlar,
onları o mala emânet ediyorlar. Halbuki o malın hesâbı onlar üzerine olduğu
halde zevki başkalarınadır. Harbini onlar yapar, ama kutlamasını başkaları
yapar.
Ey ailesine
dünyâyı bırakanlar! Peygamberinizin (SAV) sözünü dinleyin. Kendinizden sonrakilere haram
bırakmayın. Aksi halde Allah’ın (CC) sohbetine karşı kötüyü, azâbı ve felâketi
tercih etmiş olursunuz.
Münâfık, çocuklarını geriye bıraktığı malına teslim
eder. Oysa mü’min, çocuklarını Rabbine (CC) teslim eder; geriye dünyâyı
bırakmış olsa bile çocuklarını o mala teslim etmez. Çoğu kez tecrübe edilmiş ve
bilinmiştir ki, insanların çoğu çocuklarını geriye bıraktığı mala emânet etmiş
ve onlar babalarından sonra zelil olmuşlar, fakirleşmişler, insanlardan
dilenmişler, geriye bırakılan mal ve mülk üzerinden bereket kalkmıştır. O mal
ve mülkün üzerinden bereket kalkmıştır, çünkü sâhipleri onu vera eliyle
biriktirmemiş, ona güvenmiş, çocuklarını ona teslim etmiş ve Rablerini (CC) unutmuş
idiler.
Münâfık halkın kuludur; dinarın ve dirhemin
kuludur; gücün, kuvvetin ve kazancın kuludur; zenginlerin, meliklerin ve
sultanların kuludur. Onlar kendisini Rabbine (CC) çağıran, O’na (CC) götüren
kişilere düşmanlık beslerler, onları kötülerler. Mü’minler ise, zorlukta,
darlıkta, rahatlıkta, bollukta, âfiyet içindeyken, hastalık hâlindeyken,
fakirlikte, zenginlikte, halk kendilerine teveccüh ettiğinde, sırtını dönüp
gittiğinde… bütün hallerinde Rableriyle (CC) berâber dimdik ayaktadırlar.
O’ndan (CC) kalpleriyle bir an olsun ayrılmazlar. Müslümandırlar, teslim
olmuşlardır. Kendilerini onun önüne atmışlardır. Râzı olmuşlar ve muvâfakat
göstermişlerdir. Münâzaayı terketmişlerdir. Onlar kendilerini ancak emrin ve
nehyin uyandırdığı gâib (halkın gözünden kaybolmuş) kimselerdir.
Ey oğul! Bütün tasarruflarında,
davranışlarında Kitap ve Sünnetten fetvâ al. Eğer dîninle ilgili bir konuda
sıkıntıya düşersen şöyle de: “Ne dersin ey Kitap? Ne dersin ey sünnet? Yâ ResulAllah
(SAV)! Bu müşkilim hakkında ne dersiniz? Ey Resûlullah (SAV) adına bana
rehberlik eden şeyh! Sen ne dersin? Ey kendisini elçi olarak gönderen adına
bana rehberlik eden Resûl (SAV)! Ne dersiniz?” Eğer böyle yaparsan müşkilin
hallolur, zulmetin kaybolur. Bir müşkille karşılaştığında onu hüküm ehlinden,
din âlimlerinden zâhiren sor; kalbinden ise bâtınen sor. Bundan dolayı Hz.
Peygember (SAV) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar sana fetvâ verseler de, sen
kalbinden fetvâ al.”
İnsanlar sana fetvâ verseler de, müftülerden çokça
istifâde etsen de, sen yine de bâtınının, içinin sana ne dediğine bak. Müftüler
fetvâ verseler de, kalbin ne diyor? Onda nasıl bir hareket var? Sen ona bak.
Hâcibe (saray görevlisi), bevvâba (kapı görevlisi) ve vezire danış, sonra
sultanın yanına gir ve sana ne dediğine bak. Eğer uygun görürse, uygunluğa
merhaba! Eğer uygun görmezse onun sözüne yapış, başkalarının lafını bırak.
Ey oğul! Melik (Sultân) ile
devamlı sohbet istersen, mülkten ayrıl. Mülk, melike karşı perdedir. Nîmet,
nîmet bahşedene karşı perdedir. Belâya takılıp kalmak, belâyı verene karşı
perdedir. Mahlûkâta, mükevvenâta, musavverâta takılıp kalmak, kalpler, sırlar
ve ma’nâlar için bağdır. Allah-ü Teâlâ (CC) kim için hayır dilerse onu bağlar,
onu kalbinin iki ayağı üzerinde huzûrunda oturtur. O (CC) senin kalbine iki
kanat vermiştir. Kalbin o kanatlarla O’nun (CC) ilim semâsında uçar, sonra
O’nun (CC) kurbiyet burcuna konar. Bununla birlikte kalbine, bir korku ve sâhip
olduğu şeylerle aldanmayı terketme duygusu da verilmiştir. Kalp, mârifete
ulaştıktan sonra gayret ve kıskançlık sebebiyle kanadının kesilmesinden ve
perdelenmekten korkar. Kul, dünyâda olduğu müddetçe, her ne dereceye ulaşmış
olursa olsun, korkması ve gururlanmayı, aldanmayı terketmesi gerekir. Zîrâ
dünyâ değişme ve dönüşme yeridir. Âhiret ise ikâmet yeridir, orada değişme de,
dönüşme de yoktur.
Yazık sana! Kalbinin vuslata erdiğini
söylüyorsun ama kapıların peşinde kayıtlı ve hapsedilmişsin. Süsünü benden
başkasına göster! Benim yanımdaki sana uygun değil. Benim yanıma başka şey için
değil ancak gösteriş için geliyorsun. Yoruluyorsun, ama süsünü alan kimse yok!
Benim yanıma, altınını senin yanında bırakayım, ondan şüpheyi, gümüşü, kabuğu
ayıklayayım, çıkarayım diye geliyorsun. Buyur gel! Sen bilmez misin ki, sûfîler
“din dinarları”nın kusurlarını araştırırlar, iyisi ile kötüsünü, Allah (CC) için
olanı ile halk için olanını ayırırlar, ayıklarlar. Sûfîler elçidirler,
rehberdirler, doktordurlar, uzmandırlar, vekildirler, görevlidirler. Onlar
Rablerinin (CC) dînine çağıran kimselerdir.
Ey cemâat! Rabbinizi (CC) sevin ve
O’nu (CC) halkına sevdirin. O’nu (CC) sevin ve O’nun (CC) için halka rehberlik
edin ki, halk da sizinle birlikte O’nu (CC) sevsin. Gâfillere O’nu (CC) hatırlatın,
O’nun (CC) nîmetlerini hatırlatın ki, onlar da O’nu (CC) sevsinler. Allah-ü
Teâlâ (CC), Hz. Dâvûd’a (AS) şöyle vahyetmiş: “Ey Dâvûd (AS)! Beni halkıma,
yarattıklarıma sevdir.” O’nu (CC) dileyen kimseye O’nun (CC) muhabbetinin hak
olduğu yazılmıştır. O’nu (CC) sevene O’nun (CC) ilminin verilmesi bir hak
olarak yazılmıştır. Allah-ü Teâlâ (CC), Hz. Dâvûd’a (AS) halkına kendisini
sevdirmesini emretmiştir ki, bu kadîm önceden yazılmış ilim (hüküm) ortaya
çıksın.
Karanlık bir evdesin, yanında da çakmak, kibrit
gibi yanıcı maddeler var: Onları yaktığında ortaya ateş çıkmaz mı? Ateş, yanıcı
maddelerde kadîmdir, ezeldendir. Fakat onu ancak çakma fiili ortaya çıkarır. Allah-ü
Teâlâ’nın (CC) teklîfi (emir ve nehiyleri) de bu şekilde ortaya çıkar: Bu halk
hakkındaki ezelî ilimdir. Nehiy ve emir, itaatkâr kul ile isyankâr kulu belli eder.
Emir ve nehiyden oluşan teklîf uzmanı, iyi borçluyu da, kötü borçluyu da tanır.
Eski zamanlarda ihlaslı kimseler azdı, bu zamanda
ise azdan da az. Mü’min, kendisini belâya mübtelâ etse bile, yiyeceğini,
içeceğini, giyeceğini, makâmını, sağlığını az verse de, halkı üzerine salsa da,
Allah-ü Teâlâ’yı (CC) sever. O’nun (CC) kapısından kaçmaz, kapısının eşiğine
başını koyar. O’ndan (CC) soğumaz. Verse de, vermese de O’na (CC) îtirazda
bulunmaz. Eğer verirse O’na (CC) şükreder, vermezse sabreder. Onun maksadı atâ
ve ihsan değildir. Aksine, onun maksadı O’nu (CC) görmek, O’nun (CC) yakınlığına
ermek ve O’nun (CC) katına girmektir.
Ey
yalancılar!
Sâdık kimsenin yalanı olmaz. Sâdık kimse geriye dönmez. Sâdık kimsenin önü
vardır, arkası yoktur. Yalanı yoktur, sadâkati vardır. Ameli vardır, lafı
yoktur. Delîli vardır, iddiâsı yoktur. Üzerine gelen oklar sebebiyle
mahbûbundan geri dönmez, bilakis o okları göğsüyle karşılar. Bir şeye olan
muhabbetin seni ona karşı sağır ve kör yapar. İstediğini bilen kimseye yaptığı
harcamalar hafif gelir. Muhabbetinde dâimâ sâdık olan muhib, mahbûbu uğruna
tehlikelere atılır. Eğer önünde ateş olsa, ateşe dalar. Onun uğruna, kimsenin
cesâret edemediği hücumlara kalkışır. Sadâkati onu bu durumlara götürür.
Muhabbeti ve mahbûbuna karşı sabırsızlığı onu bu durumlara sürükler.
Belâlar sâdık ile yalancıyı birbirinden ayırır. Ne
güzel demişler: “Rızâ hâlinde değil, hoşnutsuzluk hâlinde sevenle sevmeyen
belli olur.” Belâlar ve âfetler îmanı ve yakîni ortaya çıkarır. Mârifet ve ilim
öz ile kabuğu birbirinden ayırır. Belâlara muvâfakat eden kimse özdür, onunla
çekişen kimse ise kabuktur. Rabbine (CC) muvâfakat eden kimse, kalbinden halk
kabuğunu temizler ve orada kabuksuz bir öz kalır. Tevhîdi, tevekkülü ve yakîn
gözü ile görme gücü kuvvetli olan kimse Hakk (CC) yolundan dönmez, O’nun (CC) kapısından
kaçmaz. Sıdk ve istikâmet ayağı üzere olmaktan geri durmaz. Rablerine (CC) muhib
olan kimseler dünyâyı, âhireti, insanları, cinleri ve melekleri görmemeyi
dilerler. Ne gözleriyle başkalarını görmeyi, ne de başkalarının gözlerinin
kendilerini görmesini isterler; tıpkı, bir âşığın mâşûkuna kavuştuğunda halvet
duvarını veyâ evin kapısını görmek istemediği gibi. O âşık ne mâşûkunun
dadısını, ne de lalasını görmek ister. Bunun gibi Hakk (CC) âşıkları da O’nu (CC)
başka şeyler olmaksızın isterler. O’nun (CC) rızâsını dünyâ veyâ âhiret
dışında, bağış, övgü ve senâ olmaksızın isterler.
Bu gibi kimseler nâdirden de nâdirdir. Sizler
nefislerinizi, şehvetlerinizi, zevklerinizi ve hoşlandığınız kimselerin rızâsını
seviyorsunuz; o halde felah bulamazsınız. Rabbinizin (CC) kurbiyetini
göremezsiniz. En fazla yemeye, içmeye, giyinmeye ve evlenmeye önem veriyosunuz.
Konuşmalarınızın çoğu bunlar hakkında. Hattâ câmilerde, Cenâb-ı Hakk’ı (CC) zikretme
evleri olan yerlerde bile bunlardan konuşuyorsunuz. Oysa câmiler Allah-ü
Teâlâ’yı (CC) zikredenlerle neşelenir, başka şeyleri ananlardan nefret ederler.
Açlık ve
fakirlikten ne kadar da çok korkuyorsunuz! Eğer yakîniniz olsaydı bu gibi
şeyleri düşünmezdiniz. Rabbinizin (CC) irâdesine muvâfakat gösterin. Aç
bırakırsa, kalplerinizden gelen bir güzellikle sabredin. Eğer doyurursa
şükredin. O (CC) sizin lehinize olanı daha iyi bilir; O’nun (CC) yanında
cimrilik ve pintilik yoktur. Yetmiş Peygamberi (AS) açlığın ve bitlenmenin
öldürdüğü anlatılır. O memlekette onları doyuracak kimse yok mu idi? Fakat O (CC)
onlar hakkında bunu dilemişti, buna râzı olmuştu. Bunu başka şey için değil,
onların derecesini yükseltmek için yapmıştı, onları küçük düşürmek için değil.
Aksine dünyânın onlara önemsiz gelmesi içindi.
Böyle bir kul için sâdece O’nu (CC) isteme vardır,
bir mahlûku değil. İrâdesini O’ndan (CC) başka her şeye karşı hapsetmştir.
Nefsinin eriyip iştahının sönmesi, rûhuna dünyâda kalmanın ağır gelmesi ve
Rabbinin (CC) olduğu âhirete iştiyak duyması için, eşyâ ile, varlık ile kendi
arasına perde koyar. Bundan dolayı o, Rabbine (CC) kavuşacağı için ölümü ister
ve onu güzel görür. Bu genel bir durumdur. İstisnâlar ise az mı azdır.
Allah-ü Teâlâ (CC) onları başka bir mânâ için yaratmıştır;
onların durumu adedin ve âdetin dışındadır; onları ne için yarattığını ancak
kendisi bilir. Allah-ü Teâlâ (CC) onları, halka kendisi adına sâhip olmaları,
onlara kendisi adına nâiplik, elçilik ve rehberlik etmeleri yaratmıştır. Onları
doğuda, batıda ve denizlerde seyrettirir, yürütür. Onlar halka kendi dilleri
ile hitap ederler. Cenâb-ı Hak (CC) onları kendisine ulaştıran kapılar
yapmıştır. Onlar ise ne hayâtı ne de ölümü temennî ederler. Onlar kendi
irâdelerinden sıyrılarak O’nda (CC) fânî olmuşlardır. Onların irâdesi ölmüş,
nefisleri itmînâna (huzura) ermiştir. Onların hevâ ve hevesleri kırılmış, nefis
ateşleri sönmüştür. Şeytanları hezîmete uğramış, dünyâ onların gözünde
küçülmüştür. Dünyânın onlara karşı bir gücü kalmamıştır. Onlar nâdirden de nâdirdirler.
Aşîretlerinden soyutlanmışlardır. Onlar Hakk’ın (CC) âşıklarıdır, halktan çok
O’nu (CC) sevenlerdir.
Ey cemâat! Eğer muhib olamıyorsanız,
muhiblere hizmet edenlerden olun. Muhiblere yakınlaşın, muhiblere muhabbet
duyun, muhibler hakkındaki zannınızı güzelleştirin.
Dinleyenlerden birisi şöyle dedi: “Sanırız muhabbet
başlangıçta ıztırârî (zorunlu) sonda ise ihtiyârî (isteyerek, gönüllü) oluyor,
ne dersiniz?” Şöyle cevap verdi: Muhabbet ıztırârî de olur, ihtiyârî de. Çok az
kimse için ıztırârî olur. Cenâb-ı Hakk (CC) onlara nazar eder, onlar da O’na (CC)
muhabbet duyar. Onları bir anda bir halden başka bir hâle aktarıverir. Onların
seneler sonra kendisine muhabbet duymasını değil, o sâat ve o an içinde, hemen
muhabbet duymalarını ister; onlar da, herhangi bir tehir, takdim, tedric
olmaksızın ve zaman kaybı olmaksızın, zorunlu bir şekilde O’na (CC) karşı
muhabbet duyarlar.
Genelin durumu ise şudur: Muhibler halka karşı Allah-ü
Teâlâ’nın (CC) muhabbetini seçerler. Nîmeti halktan değil, O’nun (CC) katından
bilirler. O’nun (CC) lutuflarını, kendilerini terbiye ettiğini, atâ ve
ihsanlarını gürürler ve O’na (CC) karşı muhabbet duyarlar. Sonra da O’nu (CC) hem
dünyâya, hem de âhirete karşı tercih ederler. Haramı, şüpheliyi ve mübahı
terkederler. Helâli de azaltırlar. Olanı tercih ederler. Yorganı, yatağı,
uykuyu dürerler ve rahattan kaçarlar. Yanları yataklardan uzak kalır. Onların
ne geceleri gecedir, ne de gündüzleri gündüz! Şöyle derler: “Ey İlâhımız (CC)!
Her şeyi terkettik ve kalplerimizin gerisine attık. Senin rızâna hemen kavuşmak
istedik.” Bâzan kalp adımlarıyla, bâzan sır adımlarıyla, bâzan irâde
adımlarıyla, bâzan himmet adımlarıyla, bâzan sadâkat adımlarıyla, bâzan
muhabbet adımlarıyla, bâzan şevk adımlarıyla, bâzan zillet adımlarıyla, bâzan
tevâzu adımlarıyla, bâzan kurbiyet adımlarıyla, bâzan havf adımlarıyla ve bâzan
da recâ adımlarıyla O’na (CC) doğru yürürler. Bütün bunlar O’na (CC) muhabbettir,
O’nunla (CC) mülâkî olmaya, karşılaşmaya iştiyaktır.
Ey soruyu
soran kimse!
Sen Allah-ü Teâlâ’yı (CC) ıztırârî olarak mı, yoksa ihtiyârî olarak mı
sevenlerdensin? Eğer bunlardan da, onlardan da değilsen, sus! Müslümanlığını
düzeltmeye çalış. Keşke, islâmını ve îmânını düzeltseydin. Keşke, bugün de,
yarın da kâfirler ve münâfıklar zümresinden çıkmış olsaydın. Keşke, halkı ve
sebepleri şirk koşanların ve Cenâb-ı Hakk (CC) ile münâzaa edenlerin
meclisinden kalkıp gitmiş olsaydın. Tevbe et. Meliklerin hazînelerine ve
sırlarına taarruz etme.
Şeyh Hammâd (RA)
şöyle derdi: Kadrini (aczini) bilmeyen kişiye diğer kudretler, kadrini
bildirir.” Kadrini (zaafını) îtiraf etmek, inkâr etmekten daha güzeldir. Zîrâ
câhil kendi gücünü de, başkalarının gücünü de bilmeyen kimsedir.
Allah’ım
(CC)! Bizleri iddiâcılardan, yalancılardan, seni ve senin halk içindeki
“havâss”ını (özel kullarını) bilmeyen câhillerden eyleme. “Bize dünyâda da,
âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
www.GAVSULAZAM.de
Kaynak:
Gavsulazam Abdulkadir-i
Geylani (KSA),
Cilâü’l-hâtır
fi’l-bâtın
ve’z-zâhir
|