Kul, Hakk’ı (CC) tanıyınca kalbi her şeyi ile O’na (CC)
yakınlaşır. Cenâb-ı Hakk (CC) da kula bütün bağışlarını yapar. Ona tam bir
ünsiyet verir. Bütün izzet ve şerefi ona bağışlar. Bu halde sükûnete erişince,
Cenâb-ı Hakk (CC) bütün verdiklerini kulundan alır. Elinde bir şey bırakmaz.
Onunla kendi arasına perde koyar. Kulun kaçacak mı, yoksa sebat mı
göstereceğini dener. Kul sebat gösterirse Hakk (CC) aradaki perdeyi kaldırır ve
ona önceki makâmını iâde eder. Hani, bilmez misiniz; baba denemek için çocuğunu
kapı dışarı eder, kapıyı onun suratına kapatır. Sonra da çocuğun ne yapacağını
beklemeye koyulur. Baba, çocuğunun kapının eşiğinden ayrılmadığını, komşulara
gitme, babasını başkalarına şikâyet etme gibi edebe aykırı düşen yollara
tevessül etmediğini görünce hemen kapıyı açar, çocuğunu bağrına basar ve ona
olan ihsânını artırır.
Amelinde ihlaslı olmayan kimsenin eline Allah-ü
Teâlâ’ya (CC) yakınlıktan ve ikrâm-ı ilâhîden zerrece bir şey geçmez. Cenâb-ı
Hakk (CC) bir vahyinde şöyle buyurmuştur: “Ben kendime başkalarının şirk
koşulmasından müstağnîyim. Kim ki, bir amel işler ve o amelinde benden
başkasını ortak eder, şirk koşarsa onun o ameli bana ortak koştuğu kimse
içindir, benim için değildir; ben sâdece benim rızâm için yapılanı kabul
ederim.”
Yine Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Kıyâmet günü münâfık
çağırılır: ‘Ey hâin, ey fâcir! Kimin için amel işledi isen karşılığını da ondan
iste’.”
Ey
Rablerinden (CC) başkası için kulluk edenler! O’nun (CC): “Ben cinleri ve
insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım”
buyurduğunu işitmediniz mi? Yine O (CC) buyurmuştur ki: “Onlar ancak, dinde
“muhlis” (ihlaslı) olarak Allah’a (CC) ibâdet etmekle emrolundular.”
Her kulun, başka bir maksat ya da bağış için değil, ancak ve ancak Rabbinin
(CC) rızâsını talep ederek kulluk etmesi îcap eder.
Celvette (toplumla birlikte) iken amelinde ihlaslı
olamayanlarınız, ibâdetlerini halvette, herhangi bir mahlûkun göremeyeceği,
kırâatini ve tesbîhini kimsenin işitemeyeceği yerlerde yapsınlar. Riyâ hâdisesi
çok büyük bir hâdisedir. Bir sâlih şöyle demiş: “Birisi karanlık bir evde namaz
kılsa ve âciz ve fakir, elinden bir şey gelmeyen bir zencinin dahi ibâdetini
gördüğünü farketse, o âbid ibâdetini bırakır.” Amel edip de amelinde ihlaslı
olmayana ondan bir fayda yoktur.
Ey infâk
etmekten, nafaka vermekten geri duran! Cenâb-ı Hakk’ın (CC): “Kendilerine
verdiğimiz rızıktan infak ederler”
sözünü işitmedin mi? Yâni mallarını ailelerine, çoluk çocuklarına, fakirlere ve
düşkünlere infak ederler. Cimri kişi mahrum, matrut ve merduddur. Halktan da
Hâlık’tan (CC) da uzaktır. Rabbinizin (CC) keremini dileyin. Cevap verse de
vermese de O’ndan (CC) isteyin; çünkü O’ndan (CC) istemek ibâdettir. Duâ (çağırma)
uzaklıkta, münâcât (yalvarma) yakınlıkta, îmâ ise muhabbette olur. Uzakta olan
kimse hükümdarın kapısına gelir ve seslenir: “Ey melik! Bana atâ ve ihsanda
bulun, beni yakınlığına al.” Ona yakınlaşmış, kapıdan içeri ulaşmış olan ise
ona hafif bir sesle yalvarır. Çünkü ona yakınlaşmıştır. Onun yanına oturan
kimseye gelince; onu heybet kaplar, sükût eder ve işâretle konuşur. Uzakta olan
müslüman da nidâ ile duâ eder. Ârif mü’min ise yakındadır ve hüsn-i edeple
münâcât eder. Kalbiyle vuslata ermiş mahbûb ise “kurbiyet hazînesi” içindedir.
Dolayısıyla îmâ ile konuşur.
Söylediğimi anlayıp onunla amel edene, ben ve
sözlerim hakkındaki töhmeti kalbinden atana ve anlamayıp da amel edemediği
sözlerimi Rabbine (CC) havâle edene Allah-ü Teâlâ merhamet etsin.
Sûfîler îman edip tasdîk ederler ve mallarından
sâlihlere infak ederler, mallarını nefislerine karşı kullandıkları çeşitli
delillerle ellerinden çıkarırlar. Bâzan farz olan zekât şeklinde, bâzan farz
olmayan sadaka şeklinde, bâzan “îsâr” olarak ve bâzan da adak olarak mallarını
harcarlar. Sûfîler ellerindekini çıkarmak için kesin yemin ederler. Bütün
bunları kalplerinin ve îkanlarının kuvvetlenmesi ve nefislerinin kahrı,
yenilgisi için yaparlar. Bâzı sûfîler Allah-ü Teâlâ’ya (CC) benzemek için
malından belli bir kısmın bağış olarak verilmesini adamlarına emreder. Bâzı
sûfîler de bağışı bizzat kendi eliyle yapar ama bundan haberi bile olmaz.
“Evliyâ” fakirlere ve düşkünlere yardım edilmesini sürekli emrederler. “Abdâl”
ise insanların mallarını alırlar ama bundan haberleri olmaz.
Şöyle bir hikâye anlatılır: Sâlih bir zât çölde
namaz kılıyormuş. Yanına “kurnaz ve oynak kimseler” gelmiş. Birisi o sâlih
zâtın omuzundaki hırkasını almış (sonra tekrar koymuş). Namazı bitirince
hırkasını alan kişi ona demiş ki: “Hırkanı aldığım ve sana sıkıntı verdiğim
için hakkını helâl et.” Şöyle cevap vermiş: “Benden hırkayı aldığın zamânı da,
onu bana tekrar verdiğin zamânı da hatırlamıyorum. Eğer onu almak istiyorsan al
senin olsun.”
Sûfîler içinde oldukları hâlin dışında bir şeyi
şuur edemezler. Rablerinin (CC) huzûrunda durdukları zaman, O’nun (CC) dışındaki
her şey onlar için kaybolur. Mânâ kaybolur, sûret kalır. Kalp kaybolur, kalıp
kalır. Tâbiînden olan Müslim b. Yesâr (RA) evine girdiği zaman çocuklarını
sıkıştırır ve terbiye edermiş. Tâ ki, onlardan hiçbiri gülemezmiş. Onlara bu
sıkıştırmasını iyice hissettirirmiş. Namaza durmak istediği zaman onlara:
“Haydi, artık önceki hâlinize devam edin, rahatlayın, çünkü ben ne yaptığınızı
duymam.” dermiş. O namaza durunca çocuklar oyuna dalar, rahatlarlar, gülüp
oynarlarmış. Onun ise çocukların yaptığından hiç haberi olmazmış. Bir keresinde
de câmide namaz kılıyormuş. Omuzunun üzerine bir direk düşmüş; o ise ne yere
düşmüş ne de o direğin üzerine düştüğünden haberi olmuş.
Sûfîler her şeyleriyle Cenâb-ı Hakk (CC) içindir.
Onların her şeyi halkın lehinedir. Hâlık (CC) ise onlar içindir. Ellerinde olan
mallarını da, kalplerinde olan ilimlerini de infak ederler. Onlar en büyük
hazînenin ortasına düşmüşlerdir. Dolayısıyla dünyâ malı onların gözünde
önemsizdir. Mükevvenden (mahlûktan) yüzçevirdikleri için, onların kalplerine
tekvîn (yaratma kuvveti) verilmiştir. Bu zâhir, elinde olduğu ve kalbin de onu
gönülden kucakladığı müddetçe tekvînin zerresini göremezsin. Sâlihlerden
birisine: “Yemeği nereden yiyorsun?” diye sormuşlar. “En büyük ambardan” demiş.
“En büyük ambar da nedir?” demişler. “Kün fe-yekûn” (bir şeye “ol!” demek ve
onun da oluvermesi) diye cevap vermiş.
Dünyâ işlerine sizden aşağıda olanların gözüyle
bakın, âhiret işlerine ise sizden yüksekte olanların gözüyle bakın. Sâlihlerden
birisi bir bayram günü bakla satın almış, yemeye başlamış ve şöyle demiş:
“Acabâ, böyle bir günde benim gibi yağsız ve tuzsuz bakla yiyen başka biri var
mı?” Gözü yan tarafına ilişmiş ve attığı baklaların kabuklarını yiyen birisini
görmüş; ağlayıvermiş, söylediklerinden dolayı Allah-ü Teâlâ’dan (CC) özür
dilemiş.
Ey Âdemoğlu! Kendine karşı cimri olma.
Cenâb-ı Hakk (CC) senden borç almakta değil midir? Sen niye vermiyorsun? O’nun
(CC): “Allah-ü Teâlâ’ya (CC) kim güzel bir borç verirse…”
buyruğunu işitmedin mi? Eğer O’na (CC) borç verir ve fakir eliyle bunu O’na (CC)
havâle etmeyi kabul edersen, O (CC) sana kat kat verir ve yarın senin
verdiğinden çok fazlasını sana bahşeder. O’nunla (CC) alış-veriş yapın da,
kârın ne olduğunu görün! O’nunla (C) hiçbir tecrübeye gerek duymaksızın
alış-verişte bulunun. Câfer-i Sâdık (RA) (v. 148/765) elinde on dinarı olup on
beş dinara da ihtiyâcı olduğunda o on dinarı tasadduk edermiş. Birkaç gün
içinde on beş dinar gelirmiş. Eğer gelmeyecek olursa, ne Rabbini (CC) itham
edermiş, ne O’na îtirazda (CC) bulunurmuş, ne de O’nu (CC) cimrilikle
suçlarmış.
Sûfîler Rableri (CC) ile O’nun (CC) kitâbı,
Resûlünün (SAV) sünneti ve kalplerinin yakîni üzere alış-verişte bulunurlar.
Bir sâlihin yanında üç yumurta varmış. Bir dilenci gelmiş. Câriyeye yumurtaları
dilenciye vermesini söylemiş. Câriye, yumurtalardan ikisini dilenciye vermiş ve
birisini saklamış. Bir saat sonra bir arkadaşı ona yirmi yumurta hediye etmiş.
Câriyeye sormuş: “Dilenciye kaç yumurta verdin?” Câriye: “İki yumurta verdim,
birini iftar etmen için sakladım” demiş. Ona demiş ki: “Ey yakîni kıt kadın!
Bizi on yumurtadan ettin!”
Hz. Peygamber’den (CC) şöyle rivâyet olunmuştur: “Kendi
gibi bir varlıktan izzet ve şeref bekleyen mel’undur!”
Ey miskin! Borç isteyen bir fakir
sana geldiğinde hemen ona borç ver ve sakın: “Bunu bana kim verecek?” deme.
Nefsine muhâlefet et. Ona borç ver. Bir müddet sonra da onu hibe et. Fakir olup
da birisinden bir şey istemek kendisine ağır gelen kimseler, borç istesin ve o
borcu ödemeye Allah-ü Teâlâ’ya (CC) güvenerek niyetlensin.
Ey zengin! Birisi sana gelip da borç
isteyince hemen ver. Sadakanı onun yüzüne bakarak verme, onun burukluğu,
ezikliği daha da artar. Zaman uzayıp ödeyemeyince ondan vazgeç ve ondan,
verdiğin şeyi senden bir borç olarak kabul etmesini iste; sonra da o borcu sil
gitsin. Onun ilk andaki ve sonraki ferahlığının sevâbı sana yeter. Hz.
Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Kulun kapısına gelen dilenci Allah-ü
Teâlâ’nın (CC) ona hediyesidir.”
Vah sana! Fakir, Allah-ü Teâlâ’nın (CC)
hediyesi nasıl olmasın ki, o senin dünyandan alıyor, âhiretine götürüyor.
Senden bir şey alıp saklıyor ve sen onu lâzım olduğu zaman elde ediyorsun. Bu
verdiğin miktar kayboluyor, yok oluyor ve sen Allah-ü Teâlâ (CC) katında yüksek
derecelere ulaşıyorsun.
Yazık
sizlere ey âbidler! Size cennetler versin, hûriler versin, vildanlar versin diye
Rabbinize (CC) ibâdet ediyorsunuz. Cennet gerçek vatan, pekiyi, komşu nerede?
Cenâb-ı Hakk’ın (CC) rızâsını kim istiyor? Cenneti kim istiyor? Dünyâyı kim
istiyor? Halkı, mahlûkâtı kim istiyor? Allah-ü Teâlâ’yı (CC) görmeyi ve O’nun (CC)
kurbiyetini isteyen ne kadar da az! Âriflerin ve muhiblerin gözlerinin
aydınlığı O’nu (CC) görmektir. Cenneti görmek, orada hûrilerle birlikte
oturmak, yemek ve içmek ise zâhidlerin gözlerinin aydınlığıdır. Bunların
aralarında ne kadar da büyük fark var! Bu iki grup birbirinden ne kadar da
uzak!
Ey dünyâyı
isteyen!
Zamânın boş şeyler uğruna gitti. Ve ey cenneti, hûrileri ve vildanları isteyen!
Sen de Rabbinden (CC) başkasını istedin ve O’ndan (CC) başkasını tercih ettin.
Eğer sende hayır olsa idi, bir an bile O’ndan (CC) ayrı kalmak sana câzip
gelmezdi, fakat sen O’nu (CC) tanımıyorsun! Yazık sana! Cenâb-ı Hakk’a (CC) bir kere bakışın lezzeti,
cennetteki vildanlara, lezzetlere, her türlü istek ve nîmete bedeldir; ya O’na (CC)
saatlerce bakmanın lezzeti nasıl olur?
Dünyâ belâ (imtihan) yeridir. En büyük belâ ise
mîde ve şehvet belâsıdır. Bekâr birinin gündüzleri oruçsuz gezmesi, sokaklarda
dolaşması, istekleri ve zevkleri için yeyip içmesi ve kötü arkadaşlar olan
insan şeytanları ile oturup kalkması uygun değildir. Bütün bunlar nefis
odununda şehvet ateşini tutuşturan şeylerdir.
Allah’ım (CC)!
Nefislerimize karşı verdiğimiz mücâhedelerimizde bize kuvvet ver. Bizi hidâyet
ile rızıklandır. İnsanlara hidâyet yolunu göstermeyi bizlere nasip et.
Kalplerimizi nurlandır. Bize insanların yollarını aydınlatacağımız bir nur ver.
Bize ünsiyet şarabından içir; ondan biz de kana kana içelim, bütün susuzlar da
kana kana içsinler. Bizi ihsanlarınla ve rızân ile rızıklandır. Atâ ve ihsânına
karşı bize şükretmeyi, vermediğin zaman, kapı kapalı olduğu zaman da rızâ
göstermeyi ilham et. Sadâkatimizde tahkîke ulaştır; yalanlarımızı ve
bâtıllarımızı sil. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem
azâbından bizi koru.”
www.GAVSULAZAM.de
Kaynak:
Gavsulazam Abdulkadir-i
Geylani (KSA),
Cilâü’l-hâtır
fi’l-bâtın
ve’z-zâhir
|