|
Kul nefsinden, hevâsından, irâdesinden ve halkı
görmekten fânî olunca görüntüsü (bedeni) ile dünyâda olsa da mânâsı ile
âhirette olur. Allah’ın (CC) ilminde (takdîrinde) ve onun elinin içinde olur. O’nun
(CC) kudret denizinde yüzer. Hakk’tan (CC) korkanın korkusu şiddetlenince kalbi
ona korkuyu unutmayı öğretir. Onu Hakk’a (CC) yakınlaştırır. Nefsini ona
öğretir. Ona muştular verir. Yûsuf (AS)’ın kardeşi Bünyamin’e yaptığı gibi onun
korkusunu sâkinleştirir:
Yûsuf (AS) kardeşlerine baktı. Bünyâmîn’i onlardan
ayrılmış, tek başına yemek yerken gördü. Ona karşı rikkati (duygusallığı)
arttı. Onları biraraya oturttu. Bünyâmin’in yanına yaklaştı. Onunla berâber
yemek yedi. Yemek bitince ona gizlice:
-- Ben senin kardeşin Yûsuf’um, dedi.
Bünyamin (AS) sevindi. Sonra Yûsuf (AS) ilâve etti:
-- Seni hırsızlıkla suçlamak istiyorum. Bu imtihana
sabret!
O ikisi arasındaki duruma diğer kardeşleri
şaşırdılar. Daha önceden Yûsuf’u (AS) kıskandıkları gibi, Bünyâmin’i de
kıskandılar. Hırsızlık ayıbının(!) ortaya çıkmasından sonradır ki, Bünyâmin’e
ikram geldi, kardeşine yakınlaştı.
Mü’min de böyledir; Allah-ü Teâlâ (CC) onu velî
edinince, onu belâlarla ve türlü âfetlerle imtihan eder. Eğer sabır gösterirse
onu ikramlarla, kendine yakınlık ile diğer insanlardan ayırır.
Ey oğul! Emirler karşısında tam
bir vefâ örneği göster. Nehiyler karşısında ise hasta gibi ol. Belâ ve takdir
karşısında ise sus ve kaybol! Fayda sana geri dönüp, zarar senden defedilinceye
kadar ölü gibi ol. Muhib, Hakk’a (CC) nisbetle duyan ve görendir, fakat halka
nisbetle sağır ve dilsizdir. Şevk ve iştiyak beş duyuyu kapladığında onun
kalıbı halk ile olur, fakat mânâsı Hakk (CC) iledir. Ayakları yeryüzündedir,
fakat himmeti semâdadır. Niyeti ve tasası kalbindedir onun; halk onun kalbini
göremez. Onun ayaklarını görebilirler, ama “himmet”ini (niyetini) ve “hümûm”unu
(tasasını) göremezler. Çünkü onlar aynı zamanda Hakk’ın (CC) hazînesi olan kalp
hazînesindedir.
Bu hâl nerede, sen neredesin, ey yalancı? Sen ancak
malınla, çoluk çocuğunla, makam ve mevkin ile, halkı ve sebepleri şirk koşarak
ayakta durabiliyorsun. Buna rağmen Hakk’a (CC) yakın olduğunu iddiâ ediyorsun!
Yalan zulümdür; çünkü aslında zulüm bir şeyi asıl mevkiinden başka bir yere
koymaktır. Yalancılığının felâketi sana dönmeden önce yalancılıktan tevbe et.
Sûfîlerle otur; zîrâ onlar bir kimseye nazar ederler ve himmetlerini ona
yöneltirlerse o kimseyi severler. Bu kimse ister bir Yahudî, ister bir
Hıristiyân, isterse bir Mecûsî olsun. Eğer o, müslüman ise onun îmânı, yakîni
ve sebâtı daha da artar; müslüman değilse, Allah-ü Teâlâ (CC) onun sadrını
İslâm’a açar.
Ey Hakk’tan (CC)
ve sâlihlerden gâfil kullar! Mal mülk, çoluk çocuk sizi Hakk’a (CC) yakınlaştırmaz.
Sizi O’na (CC) yakınlaştıran ancak takvâ ve sâlih ameldir. Kâfirler malları ve
yakınları vâsıtasıyla sultanlara ve hükümdarlara yakınlaşıyorlar ve şöyle
diyorlardı: “Eğer Allah-ü Teâlâ (CC) dilerse, kıyâmet günü bu yaptığımız gibi
mallarımız ve çocuklarımızla O’na (CC) yakınlaşırız.” Bunun üzerine şu âyet
indi: “Halbuki sizi bize yakınlaştıran ne mallarınız, ne de çoluk
çocuğunuzdur; ancak îman edip sâlih amel işleyenlerin bu amellerine karşılık
kat kat mükâfat vardır. Onlar yüksek köşklerde güven içindedirler.”
Mallarınızla dünyâda iken Cenâb-ı Hakk’a (CC) yakınlaşırsanız
bu sizin için faydalıdır. Çocuklarınıza yazı yazmayı, Kur’ân okumayı ve ibâdeti
öğretirseniz ve bu amellerinizle de Allah-ü Teâlâ’ya (CC) yakınlaşmayı
kasdederseniz bunlar da sizin için faydalıdır. Bütün bunların sevâbını öldükten
sonra göreceksiniz. Ben size faydasız olan neyiniz varsa onu haber veriyorum!
Size ancak iman, sâlih amel, sadâkat, Hakk’ı (CC) tasdîk fayda sağlar. Rabbine (CC)
yakınlaşmak için kalbine izin çıkması için, sâlih-ârif bir mü’min işlediği
ameller ile Hz. Peygamber’in (SAV) rızâsını gütmekten hiç geri durmaz. O, Hz.
Peygamber’in (SAV) huzûrunda bir çocuk gibi olur. Epey bir hizmet ettikten
sonra ona şöyle der: “Ey üstad! Melik’in kapısını bana göster. Beni O’nunla (CC)
meşgul et. Beni O’nu (CC) görebileceğim mevkîde tut. Elimi halktan çek, O’nun
(CC) kurbiyet kapısına götür.” O da (SAV) onu alır, o kapıya götürür. O’na (SAV)
denir ki: “Yâ Muhammed (SAV)! Yanındaki kim? Bir elçi mi? Bir rehber mi? Bir
ilim öğreticisi mi?” O da (SAV) şöyle cevap verir: “Aslında Sen biliyorsun. O
kendi ellerimle büyüttüğüm bir minik yavrudur. Ben onun bu kapıya hizmetinden
râzıyım.” Sonra, Cebrâîl (AS)’ın, Hz. Peygamber’le (SAV) birlikte semâyı geçip
Rabbine (CC) yaklaştığında “İşte Rabbin (CC), işte sen!” dediği gibi ona
kalbinde şöyle hitap edilir: “İşte Rabbin (CC), işte sen!”
Ey oğul! Sâlih amel getir ve
âlemlerin Rabbine (CC) yakınlığı al. O yüksek köşklerdeki cennet ehli dünyâ
âfetlerinden, fakr u zarûrete sabretmekten, çoluk çocuğun rızkını çıkarmaktan,
hastalık ve sakatlıktan, gam ve kederden uzaktırlar, emniyet içindedirler.
Ölümden, onun kâsesini ikinci kere içmekten, Münker ve Nekir’in sorgulamasından
emniyet içindedirler. Cennete girerler ve arkalarından kapılar kapatılır.
Oradan bir daha aslâ çıkmazlar.
Cennet ehli cennete girmekle rahata kavuşur, ama
muhiblerin gönülleri mahbuplarını görmedikçe, binlerce defâ cennete girseler
dahi bir türlü rahata kavuşamazlar. Onlar mahluk istemezler; onlar sâdece
Hâlık’ı (CC) isterler. Onlar nîmeti istemezler, bilakis nîmeti bahşedeni
isterler. Aslı isterler, fer’i değil… Onlar aşîretlerinden ayrılmışlardır. Malı
mülkü terk etmişlerdir. Bütün genişliğine rağmen onların kalp arzları,
dünyâları onlara dar gelir. Onlar halktan alıkoyan şey ile meşguldürler. Onlar
cenneti gördükleri zaman ona göz ucuyla bile bakmazlar; ona vahşî hayvanlarına,
prangalara, hapishâneye bakar gibi bakarlar. Derler ki: “Bunun hepsi perdedir,
engeldir, sıkıntıdır, azaptır.” Halkın yırtıcı hayvandan, prangadan, hapisten
kaçtığı gibi, onlar da ondan kaçarlar.
Ey oğul! Emelini kısalt. Hırsını azalt.
Namazını vedâ ediyormuş gibi kıl. Benim huzûruma her şeyiyle vedâlaşmış birisi
gibi gel. Son kez geldiğinde kader erişirse bu da senin hesâbında olan bir şey
değil. Bir mü’minin, vasiyetini başının altına koymadan uyuması doğru değildir.
Cenâb-ı Hakk (CC) onu bir âfiyet içerisinde uyandırırsa bu ona mübârek olsun;
aksi halde ailesi onun vasiyetini bulsun, ona göre işlerini yapsınlar ve ona
merhamet dilesinler. Yemeğin vedâ edenin yemeği olsun. Ailen ile vedâ eden bir
kimsenin oturması gibi otur. Arkadaşlarınla, dostlarınla karşılaşman vedâ
edenin karşılaşması gibi olsun. Fermânı başkasının elinde olan kimse böyle
nasıl yapmaz ki!
İnsanlardan çok az kimse kendisine ne olacağını ve
kendisinden ne vâki olacağını, ya da ne zaman öleceğine muttalî olur. Bu bilgi
onların kalplerinde gizli kalır. Sizin şu güneşi gördüğünüz gibi, onlar da bu
bilgiyi görürler, ama dilleriyle o bilgiyi açıklamazlar. Bu bilgiye ilk muttalî
olan “sır”dır. Sır bu bilgiyi kalbe, kalp nefs-i mutmainneye aktarır. Bu bilgi
orada gizlenir. Nefs-i mutmainne, bu bilgiye ancak tedip ve terbiyeden, kalbe
hizmet ettikten ve onunla birlikte kâim olduktan sonra muttalî olabilir. Bu
duruma ancak mücâhedelerden, maşakkatlere katlanmalardan sonra ulaşılabilir. Bu
makâma ulaşan kişi yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın (CC) nâibi ve halîfesi olur. O
artık sırların kapısıdır. Hakk’ın (CC) hazîneleri olan kalp hazînelerinin
anahtarları onun yanındadır. Bunlar halkın anlayacağı şeylerin ötesindedir. Bu
bilgilerden açıklananlar, sâdece dağdan bir zerre, denizden bir katre
mesâbesindedir. Güneşe göre bir lamba gibidir.
Allah’ım (CC)! Bu esrâr üzerindeki kelamdan dolayı
sana özür beyan ederim; Sen biliyorsun ki, ben bunda mağlûbum, mecbûrum.
Bâzıları bundan özür dilemem gerekmediğini söylediler, ancak ben kürsüye çıkınca,
sizler benim gözümden kayboluyorsunuz, gözümün önünde çekinilecek, sakınılacak
kimse kalmıyor.
Bu kalp sapasağlam olunca, düzelince Cenâb-ı
Hakk’ın (CC) kapısının önünde kımıldamadan durur. Onun “tekvîn” (yaratma)
çölüne, tekvîn vâdisine, tekvîn denizine düşer. Bâzan onun kelâmıyla, bâzan
himmetiyle, bâzan da nazarıyla müşerref olur. Allah’ın (CC) fiili olur, nefsini
terkeder. O fânî olur, Hakk (CC) bâkî olur. Sizden çok azınız buna inanır, çoğu
da bunu yalanlar. Buna inanmak “velâyet”tir, bununla amel etmek nihâyete
ulaştırır. Sâlihlerin ahvâlini ancak münâfık ve hevâsına binmiş deccâl inkâr
eder. Bu iş ancak, önce sağlam bir îtikat, sonra mârifetullâha (Allah’ı CC. bilmeye)
ulaştıran hükümlerin zâhiriyle amel etme esâsı üzerine kurulmuştur. Hüküm onunla
halk arasında olur, amel ise onunla Rabbi (CC) arasında olur. Onun zâhirî
amelleri bâtınî amellerine nisbetle dağda br zerre misâlidir. Onun bütün
uzuvları sükûna kavuşsa da kalbi huzur bulamaz; baş gözü uyuyabilir, ancak,
kalp gözü uyuyamaz. O uyuduğu halde onun kalbi amel işlemeye, zikretmeye devam
eder.
Dünyâyı ne zaman tanıyacak, terkedecek ve
boşayacaksınız? Ne zaman kardeşinize karşı hasedi, onun elindekini ele geçirme
kuruntularını bırakacaksınız? Yazık
sana! Eşi, çocukları, evi ve elindeki dünyâlık husûsunda müslüman kardeşine
haset ediyorsun! Oysa onlar onun için yaratılmıştır, sana onlardan bir nasip
yok! Kardeşin için yaratılmış olan eşin dünyâda da âhirette de senin olmasını
arzuluyorsun! Rızık bolluğu istiyorsun ama bu konuda rızkının kıt olacağına
dâir kalem geçti, kader yazıldı. Sen ancak boş şeyin peşinden giden, mahrum
birisin. Çünkü sen payın olmayan şeyi
talep ediyorsun. Dünyâ talebi peşinde ne kadar koşacak ve daha ne kadar hırs
göstereceksin? Dünyâdan nasîbin ancak sana taksim edilen kadardır.
Allah’ım
(CC)! Kalplerimizi gafletlerinden uyandır. Bizi sana uyandır. Sana hizmet
etmeyi bizlere muvaffak eyle. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve
cehennem azâbından bizi koru.” www.GAVSULAZAM.de
Kaynak:
Gavsulazam Abdulkadir-i
Geylani (KSA),
Cilâü’l-hâtır
fi’l-bâtın
ve’z-zâhir
|