|
Ey oğul! Hasetten sakın. O ne kötü
bir dosttur! İblîs’in evini harap eden, onu helak eden, cehennemliklerden
olmasına sebep olan ve onu Hakk’ın (CC), meleklerinin, peygamberlerinin ve
bütün halkının lanet ettiği bir kimse olmasına sebep olan şey hasettir. Cenâb-ı
Hakk’ın (CC): “Onların rızıklarını aralarında taksim ettik”[1]
“Yoksa onlar Allah’ın (CC) bir ikram olarak insanlara verdiği
şeylere mi haset ediyorlar?”[2]
âyetlerini; Hz. Peygamber’in (SAV): “Haset, ateşin odunu yediği gibi iyilikleri
yer bitirir”[3]
hadîsini; âlimlerden birinin de: “Hasede âferin! Ne kadar âdil: Öldürmeye önce
sâhibinden başlıyor” sözlerini işittikten sonra, haset etmek akıllı kişiye hiç
yakışır mı? Hasetçi Allah’ın (CC) düşmanıdır. Sakın, fiilleri ve yarattıkları
hakkında O’nunla (CC) çekişmeyin, yoksa O (CC) öldürücü darbeyi size indirir.
Ben, konuşmamı size, evlerinizdeki erzâkınıza,
mallarınıza ve hediyelerinize değer vererek yapmıyorum. Bu şekilde olduğum
müddetçe konuşmamdan istifâde edersiniz, -inşaAllah-. Vâizin gözü sizin
sarığınız, gömleğiniz ve cebinizde ise, sizin dükkanınıza gelip-gittiği ve size
karşı tamahkâr olduğu müddetçe onun konuşmasından faydalanamazsınız. Onun sözü,
özü olmayan boş bir kabuktur. Eti olmayan bir kemiktir. Tatlılığı olmayan acı
bir yiyecektir. Mânâsız bir sûrettir. Onun konuşması menfaat özleminden ve
yağcılıktan uzak değildir. Onda sadâkate yer yoktur. Tamahkârın konuşması tıpkı
tama’ (tamah) kelimesi gibi boştur; çünkü onun harflerinin (tı, mîm, ayn)
hepsinin de ortası boştur.
Ey Allah’ın (CC)
kulları!
Sâdık (samîmî) olunuz ki, felah bulasınız. Sâdık aslâ geriye, eski kötü hâline
dönmez. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) tevhîdinde sâdık olan kimse, nefsinin, hevâsının
ve şeytanının sözüyle geriye dönmez. Muhabbetullah’ta sâdık olan kimse, ne ayıp
işitir, ne de ayıp onun kulağına girer. Allah-ü Teâlâ’nın (CC), Resûlünün (SAV),
sâlih kullarının muhabbetinde sâdık olan kimse ise, alçak ve günahkâr bir
münâfığın sözüyle yolundan dönmez. Sâdık sâdığı, yalancı da yalancıyı tanır.
Sâdığın himmeti semâda yücelerdedir; ona herhangi bir laf atan, onun hakkında
ileri geri konuşan kimsenin konuşması zarar vermez. Allah (CC) her işte
gâliptir, üstün gelendir.[4]
O (CC) senin için bir şey isterse sana o şeyi kolaylaştırır.
Ey oğul! Eğer sende ilmin meyvesi
ve bereketi olsaydı, nefsinin hazzı ve istekleri için sultanların kapısına
gitmezdin. Âlimin, sultanların ve halkın kapısına götüren ayakları olmaz.
Zâhidin, insanların mallarını almak için eli olmaz. Allah (CC) muhibbinin de,
O’ndan (CC) başkasına bakan gözleri olmaz. Sâdık bir muhib, samîmî bir âşık,
halktan kiminle karşılaşırsa karşılaşsın, mahbûbundan başkasına nazar etmez.
Onun “baş gözü”nde dünyânın, “kalp gözü”nde âhiretin, “sır gözünde” de
Mevlâ’sından (CC) gayrısının en küçük bir ehemmiyeti yoktur.
Münâfığın samîmiyeti sâdece dilindedir. Oysa
sâdığın sadâkati ve samîmiyeti kalbinden ve sırrından gelir. Onun kalbi
Rabbinin (CC) kapısındadır, sırrı ise kapıdan içeri girmiştir. O, eve girinceye
kadar, kapının önünde feryâd-ü figâna devam eder. Vallahi, sen davranışlarının
tamamında yalancısın. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kapısına götüren yolu bilmiyorsun.
Sen bir körsün, o yola nasıl rehberlik edersin? Hevâ ve hevesin, nefsin,
dünyâya muhabbetin, baş olma sevdan ve şehvetlerin seni kör etmiş iken, nasıl
olur da başkasına yol göstermeye kalkarsın? Yazıklar olsun sana! Dünyâda ebedî
kalmayı arzuluyorsun; halbuki bu senin elinde olan bir şey değil. Rabbinin (CC)
kapısına ne zaman geleceksin? Ne zaman âhireti dünyâya tercih edeceksin?
Hâlık’ı (CC) halka ne zaman tercih edeceksin? Namazı dükkanına ve kârına ne
zaman tercih edeceksin? Dilenciyi kendi nefsine karşı ne zaman tercih
edeceksin? O’nun (CC) emrini tutmayı ve yasaklarından kesilmeyi ne zaman öne
geçireceksin? Hevâ ve hevesine uyman dolayısıyla başına gelen belâlara
sabretmeyi ne zaman bileceksin? Halk yerine O’na (CC) icâbet etmeyi ne zaman
tercih edeceksin?
Ey oğul! Akıllı ol. Sen boş, bâtıl
bir heves içerisindesin. Bâtını olmayan bir zâhir, özü olmayan bir görüntüsün. Mâsıyetlerin kalbine
ulaşmadan, daha henüz zâhirinde iken bana gel; aksi takdirde ısrarcılardan
olursun ve bu ısrarın da küfre dönüşür! Emri tut. Kolayı muhâfaza et. Elinde
olduğu müddetçe ipi bırakma. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Günde
yetmiş defâ günâha dönse de, tevbe eden kimse, günah işlememiş gibidir.”[5]
Resûlullâh’ın (SAV) bir hadîsini işitir, onunla
amel ve onunla yakınlığını Ashâbına (RA) uymak yoluyla da güzelleştirirsen
kalbin Rabbine (CC) doğru ilerler, O’nun (CC) sözünü duyar. Allah’a (CC) tâati
ve ubûdiyeti kâmilen gerçekleştiren kimse, O’nun (CC) kelâmını duyma gücüne
erişir.
Mûsâ (AS) elinde Hakk’ın (CC) emir ve nehiylerini
ihtivâ eden Tevrat’la kavmine geldi. O’na (AS) dediler ki: “Allah’ın (CC) vechini
gösterinceye kadar senin getirdiklerini kabul etmeyecğiz ve seni
dinlemeyeceğiz.” Onlara dedi ki: “O’nun (CC) vechini ben göremedim, size nasıl
gösterebilirim?” Dediler ki: “Mâdemki O’nun (CC) vechini bize gösteremiyorsun,
o halde kelâmını işittir.” Bunun üzerine Allah-ü Teâlâ (CC) ona şöyle vahyetti:
“Onlara de ki: Eğer benim kelâmımı işitmek istiyorlarsa üç gün oruç tutsunlar.
Dördüncü gün olduğunda temizlensinler ve yeni temiz elbiseler giysinler. Sonra
onları getir, tâ ki, kelâmımı işitsinler.” Hz. Mûsâ bunu onlara haber verdi.
Onlar da söyleneni yaptılar. Sonra Mûsâ (AS)’ın münâcât ettiği yere geldiler
–ki o, kavminden yetmiş âlim ve zâhid seçmişti-. Cenâb-ı Hakk (CC) onlara hitap
etti. Hepsi de kendinden geçip bayıldı, Mûsâ (AS) tek başına kaldı. O’na (AS) dediler
ki: “Ey Mûsâ (AS), bizim Allah’ın (CC) kelâmını işitecek tâkatimiz yok! Sen
O’nunla (CC) bizim aramızda vâsıta ol.” Allah-ü Teâlâ (CC) Hz. Mûsâ (AS) ile
konuştu. O (AS) da O’nun (CC) kelâmını onlara iletti. Gerçek şu ki, Mûsâ (AS)
Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kelâmını ancak iman kuvveti ile, O’na (CC) itâat ve kulluğundaki
sağlamlığı ile işitmişti. Kavmi ise imanlarındaki zayıflık sebebiyle o kelâmı
işitmeye güç yetirememişlerdi. Eğer onlar onun Tevrat’ta getirdiklerini kabul
etselerdi, emir ve nehye itâat etselerdi ve edepli davransalardı söyledikleri
şeye cür’et edemezler ve Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kelâmını işitmeye de muktedir
olurlardı.
Ey oğul! Rabbine (CC) itâatte
bütün gayretinle çalış. Sana vermeyene sen ver. Sana gelmeyene sen git. Sana
zulmedeni sen affet. Niyetinde kullarla, kalbinde ise kulların Rabbi (CC) ile
berâber olmaya bak. Sâdık olmaya, yalancı olmamaya gayret et. İhlaslı omaya,
münâfık olmamaya çalış. Lokman Hekim şöyle dermiş: “Ey oğulcuğum! Kalbin fısk u
fücûr içerisinde olduğu halde, insanların seni takvâ sâhibi gibi görmelerinden
sakın!” Vah sana! Filan filan gibi iki yüzlü, iki dilli, iki fiilli olmayasın.
Her münâfık yalancı deccâl, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) âsî olan herkes bana musallat
olur. Onların en büyüğü İblîs, en küçüğü ise fâsıktır. Bâtıla çağıran her sapık
ve saptırıcı bana musallat olur ve ben “Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâhi’l-aliyyi’l-azîm (Güç ve kuvvet ancak yüce ve azîm olan Allah-ü
Teâlâ’dandır CC.) deyip, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) dayanarak onlarla muhârebe
ederim.
Allah’ım (CC)! Bizi râzı olduğun şeyde muvaffak
kıl. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi
koru.”[6]
www.GAVSULAZAM.de
Kaynak:
Gavsulazam Abdulkadir-i
Geylani (KSA),
Cilâü’l-hâtır
fi’l-bâtın
ve’z-zâhir
|