KONULAR

 

Hayatı

Tarikatı Telkin Alması

Vasiyyeti

Vefatı

Menkibeleri

Hikmetli Sözleri

Müridlerine Olan Şefaati

Evrad-ı Kadiriyye

Öğütleri

HU DESTUR EFENDİM

 

Bize Ali gülü derler

Kadiri bülbülü derler

Aşk narının külü derler...

Kadiriyiz şan bizimdir

Bu gece meydan bizimdir...

 

Aman saki doldur doldur

Dolan nur, dolduran nurdur

İçmeyenler Hak’tan durdur

Kadiriyiz şan bizimdir

Bu gece meydan bizimdir...

 

 

 

1. Sohbet - Kadere İtiraz Etmemek

 

Bu Konuşma, Hicretin 545. yılında, Şevval ayının üçüncü günü, Pazar sabahı dergahta yapılmıştır.

 

 

Mukadderatta olan şeyler başa gelmeğe başladığı zaman, aziz ve celil olan Allah’a (CC) itirazlarda bulunmak; dînin ölmesi, tevhidin ölmesi, tevekkül ve İhlasın ölmesi demektir. İnanan bir kalb, kader karşısında, “Niçin? Nasıl? Neden?” gibi şeyler bilmez. Allah’ın (CC) takdirine karşı İtirazlarda bulunan böyle soruları asla sormaz. Bil’akis o, mukadderatta olan şeyler vuku buldukça, sâdece şöyle der:

 

— Evet. Allah’ın (CC) takdiri vuku bulmuştur...

 

Nefs, bütün varlığı ile kadere karşıdır, Allah’ın (CC) takdiri ile çekişme halindedir, hep kadere karşı çıkar, itirazlarda bulunur. Nefsini ıslâh etmek İsteyen, onunla savaşsın, mücâhedede bulunsun. Taaa onun şerrinden emin oluncaya kadar... Nefs, bütünüyle şer içinde şerdir. Eğer ıslâh yolunda kendisiyle savaşılır ve mutmain hâle getirilirse yâni menfî temâyül ve ihtiraslarından arındırılırsa (Nefsi Mutmainne), bu takdirde o, hayır içinde hayır olur. Bütün ibâdet ve tâatlerin yerine getirilmesinde itaatkar bir hâle gelir. İşte bu hâle geldiği zaman ona şöyle hitâb edilir:

 

 — Ey hakikate ermiş nefs (ruh)! Dön Rabbına, sen O’ndan (CC) râzı, O (CC) da senden râzı olarak.[1] (Fecr sûresi, âyet: 27, 28)

 

Artık böyle bir nefsin Allah (CC) yolunda bulunmağa iştiyak duyması sahilidir. Bizzat kendi şerri, kendisinden zail olmuştur. Fâni varlıklardan hiç birine bağlanmaz. Nesebinin, ceddi İbrâhîm aleyhisselâma merbûtiyetine hak kazanmıştır. Malum, İbrâhim (AS), ateşe atılacağı zaman nefsinden tamamen sıyrılmış, kendisinde hiç bir nef sânî - hevâî duygu bırakmamıştı. Kalbi de iyice ma’nevî sükûnet ve itminana ermişti. Bu sırada, mahlûkattan birçoğu yanına gelerek kendisine yardım etmeğe hazır olduklarını arzetmişler ve bu hususda canlarını fedadan çekinmeyeceklerini söylemişlerdi. İbrahim (AS) ise onlara şu cevâbı veriyordu:

 

— Hayır! Sizlerin yardımını istemiyorum. O’nun (Allah’ın cc.) benim hâlimi bilmesi, yardım talebinde bulunmakdan beni müstağni kılar...

İşte onun Allah’a (CC) teslimiyet, ve tevekkülü böylece tamamlanınca ateşe şöyle hitâb edildi:

 

— ...Ey ateş, İbrahim’e (AS) karşı serin ve selâmet ol!...[2] (Enbiyâ sûresi, ayet:  69).

 

Sabırlılara, aziz ve celîl olan Allah’ın (CC) dünyâda sayısız yardımları, âhırette de yine sayısız nimetleri vardır. Nitekim bu hususu İfâde eden bir ayetinde şanı yüce olan Allah (CC) şöyle buyurur:

 

— ...Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecekdir. (Zümer sûresi, âyet: 10).

 

Allah’a (CC) hiç bir şey gizli kalmaz. Kendi rızâsı için sabredip tahammül gösterenleri ayniyle bilir. Siz, O’nun (CC) lûtfunu ve In’amını senelerdir gördünüz, görüyorsunuz. Ne olur, siz de O’nun (CC) rızâsı için bir an sabrediniz, tahammül gösteriniz. Zâten kahramanlık, bir anlık bir sabırdan ibarettir. Şânı yüce olan Allah (CC) , lûtfundan vereceği yardım ve zafer ile, dâima sabredenlerle beraberdir. Nitekim bu hususu açıkça beyan eden bir âyetinde şöyle buyurur:

 

— ...Hiç şüphe yok ki, Allah’ın (CC) yardımı, sabredenlerle beraberdir. (Bakara sûresi, âyet:  153).

 

Siz de Allah (CC) için sabrediniz, tahammül gösteriniz. Allah (CC) için intibâhe geliniz, uyanınız. Allah’dan (CC) gafil olmayınız. Uyanmayı ölüm sonrasına bırakmayınız. Zîrâ öldükten sonraki uyanışın size faydası olmaz. Allah’a (CC) kavuşmadan Önce Allah (CC) için uyanınız, intibaha geliniz. Kendi irâdeniz olmadan yakalanıp azaba çarptırılacağınız an gelmeden önce uyanınız. O vakit geldiği an, pişman olursunuz. Ancak, bu pişmanlık size fayda vermez. Kalblerinizi ıslâh ediniz. Zira, hiç şüphe yok Ki, eğer o sâlih olursa bütün diğer halleriniz de sâlih olur. İşte bunun İçindir ki, Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:

 

— Şu insanoğlunda bir et parçası vardır ki, o doğru olduğu zaman, onun diğer bütün uzuvları doğru olur. O bozuk olduğu zaman ise onun bütün diğer uzuvları bozuk olur. Haberiniz olsun ki bu et parçası KALB’dir...

 

Kalbin salâhı; takva, aziz ve celîl olan Allah’a (CC) tevekkül, O’nu (CC) tevhîd - birleme ve amellerde ihlâs ile mümkündür. Takva sahibi olan, azîz ve celîl olan Allah’a (CC) tevekkül eden, O’nun (CC) birliğini tasdik eyleyen ve amellerini de ihlâsla yapan kişinin kalbi doğrudur, sâlihdir. Kalbin fesadlığının ve bozukluğunun sebebi ise onda yukarıdaki hâssaların bulunmayışıdır. Kalb, beden kafesinde bir kuştur. Yine o; tıpki kutudaki bir inci, hazînedeki bir mal gibidir. İtibâr ise; kafese değil kuşadır, kutuya değil inciyedir, hazîneye değil, içindeki maladır...

 

Allah’ım (CC) ; uzuvlarımızı Sana kulluk yapmakla, kalblerimizi Seni tanımakla, uzun ömürlerimizin gecesini - gündüzünü Sana lâyık olmağa çalışmakla meşgul eyle!... Bizi, bizden önce gelip - geçmiş sâlihler topluluğuna ilhak eyle! Bizi de, onlara vermiş olduğun maddî - ma’nevî güzel rızıklarla rızıklandır. Onlar için olduğun gibi, bizim için de ol! Amin!...

 

EY AHÂLİ! Tıpkı sâlihler gibi, siz de aziz ve celil olan Allah’ın yolunda olun. Hayâtınızı Allah (CC) için geçirin. Tâ ki O (CC) da sizin için olsun, size yardım ve zafer bahşetsin. Tıpkı sizden önceki sâlihler için olduğu gibi. Tıpkı onlara yardım ve zafer bahşettiği gibi... Eğer aziz ve celîl olan Allah’ın (CC) sizin için olmasını, size yardım ve zafer bahşetmesini isterseniz, O’na (CC) kullukla meşgul olunuz, O’nun (CC) yolunda sabırlı olunuz, O’nun (CC) gerek sizdeki ve gerekse sizden başkalarındaki tasarruflarına rızâ gösteriniz. Allah (CC) yolunun yolcuları dünyâ hayâtında zâhid oldular; haramlardan, günahlardan ellerini çektiler. Dünyâdaki nasiplerini de takva eliyle aldılar. Sonra da âhıreti istediler, orayı kazanmayı murad ettiler. Bu maksadla, güzel ameller işlediler. Nefslerine karşı geldiler. Aziz ve celil olan Rabblerine (CC) İtaat ettiler, önce kendilerine, kendi nefslerine va’z - nasihat ettiler, öğüt verdiler. Kendi nefs lerini ıslah ettikden sonra da başkalarına va’z - nasihat ettiler, öğüt verdiler...

 

EY OĞUL! önce kendi nefsine nasihat et, kendi nefsini düzelt. Sonra da başkalarına öğüt ver, başkalarını düzeltmeğe çalış. Sana önce kendi nefsinin hususiyetleri, kendi nefsinin ne durumda olduğu lâzım. Kendinde ıslâha muhtaç bir hâl varolduğu müddetçe başkalarını düzeltmeğe, başkalarına öğütler vermeğe kalkışma. Eğer kendinde ıslâha muhtaç bir hâl bulunduğu halde, bunu bırakır da başkalarını ıslâha kalkışırsan yazık sana! Hiç şüphe yok ki, sen, başkalarını nasıl ve hangi hallerde kurtarabileceğini bilirsin. Sen kendin kör isen, bir başkasını elinden tutup bir yere nasıl götürebilirsin? Gözleri görmeyen birisinin, bir başkasını elinden tutup bir yere götürmesi mümkün olmadığı gibi, kendi nefsini ıslâh etmemiş bitişinin de başkalarını irşâd edip Allah’a (CC) götürmesi mümkün değildir. Ancak kendi gözleri gören kişi başkalarını bir yerden bir yere götürebilir. Denize düşen ve yüzme bilmeyen birisini, ancak mahir yüzücü olan birisi kurtarabilir. Aynen bunun gibi, azîz ve celîl olan Allah’a (CC) insanları ancak O’nu (CC) tanıyan birisi götürebilir. Allah’ı (CC) tanımayan kişiye gelince, O’na (CC) giden yolda bu kişi insanlara nasıl rehberlik edebilir ki!... Sana, azîz ve celîl olan Allah’ın (CC) tasarrufundan bahsetmek ihtiyâcını hissetmiyorum. Sen, O’nu (CC) seversin. Amellerini sırf O’nun (CC) rızâsı İçin yaparsın. Aslâ O’ndan (CC) başkası İçin yapmazsın. Ve yine sen, yalnız O’ndan (CC) korkarsın. O’ndan (CC) başkasından aslâ korkmazsın...

 

Fakat bütün bunlar, gönülden hâlis bir inanış ve iştiyakla olacak şeylerdir. Ağız kalabalığı ile ve lâfla olacak şeyler değildir. Yine bütün bunlar; halvetle, ibâdet, zikir, riyâzat ve murakabe ile alınacak neticelerdir. Yoksa, şekilcilikten ve zahirî gösterişden öteye gecemeyen ve ruha aslâ işlemeyen birtakım davranışlarla elde edilecek netîceler değildir. Evin kapısında tevhîd bulunur, içi de şirkle dolu olursa bu, münafıklığın, ikiyüzlülüğün ve fitne - fesadın ta kendisidir. Binâen’aleyh, Allah (CC) yolunun yolcusunun dili ile kalbi, içi ile dışı, sözü ile özü,... bir olmalı ve aynı şeyi terennüm etmelidir...

 

Yazık sana ki, dilin hep müttakîlik iddiasındadır. Kalbin İse fısk-u fücurdan, fitne - fesâddan hiç arınmaz. Dilin hep şükür eder gözükür, kalbin ise, hep mukadderatı ilâhîye itiraz halindedir. Azîz ve celîl olan Allah (CC) , bir kudsî hadisde şöyle buyurur:

 

— Ey Ademoğlu, hiç durmamacasına benim rahmetim sana akmaktadır. Buna karşılık, bana, senin hep şerrin yükselmektedir..

 

Yazık sana ki, O’nun (CC) kulu olduğunu iddia ediyorsun, Fakat O’ndan (CC) başkasına itaatte bulunuyorsun. Halbuki, eğer sen hakikaten O’nun (CC) kulu olmuş olsaydın, buğzettiğine mutlaka O’nun (CC) için buğzeder, sevdiğini de mutlaka O’nun (CC) için severdin. Buğz –adavet ve düşmanlığın da O’nun (CC) için olurdu, sevgin ve dostluğun da O’nun (CC) için olurdu. İmânı kuvvetli olnn bir mümin ne nefsine itaat eder, ne şeytânına, ne de hevasına. Esasen kuvvetli îmâna sâhib bir mümin, şeytan diye bir şey bilmez ki, ona itaat etsin. Dünyâya aldırmaz ki, onun için zelil durumlara düşsün. Bil’akis o, dünyâyı hakir ve zelil görür. Ona aldanmaz. Ebedî hayâtı kazanmağa bakar. Ne zaman ki, mümin, dünyâ sevgisini gönlünden atar ve aziz ve celil olan Mevlâsına vâsıl olursa işte o takdirde bütün vakitlerdeki ibâdetleri hâlis Allah (CC) için olur. Îmânı kuvvetli olan mümin, aziz ve celîl olan Allah’ın (CC) şu kelâmını işitmiştir:

 

— Halbuki onlar Allah’a (CC), O’nun (CC) dîninde İhlâs sâhibi ve tevhîd ehli olarak ibâdet etmekden,... başkasıyla emrolunmamışlardır. (Beyyine sûresi, ayet: 5).

 

Sen ey müslüman, Allah’dan (CC) başkasının sevgisini gönlünde bulundurma neticesi hâsıl olan şirki kendinden uzaklaştır. Eğer kalbinde, mahlûkattan herhangi bir şeyin sevgisi var ise, orada şirk var demektir. O halde bu şirki at. Aziz ve celîl olan Allah’ı (CC) tevhid et, birle. O (CC) , eşyanın tamâmının yaratıcısıdır. Kâinat, bütünüyle O’nun (CC) kudret elindedir. Ey, Allah’ı (CC) bırakıp da O’nun (CC) mahlûkatına tâlib olan, gönlünü O’nun (CC) yaratıklarının sevgisi ilo dolduran kişi! Sen hiç de akıllı birisi değilsin. Azîz ve celîl olan Allah’ın (CC) hazinesinde hulunmayan bir şey var mı ki? Bak, şânı yüce olan Allah(CC) ne buyuruyor:

 

  Hiç bir şey müstesna olmamak üzerei, hepsinin hazineleri bizim nezdimizdedir.  (Hicr sûresi, âyet: 21).

 

EY OĞUL! Kader oluğunun altında uyu. Bunu; sabra yaslanarak, kadere gönülden rızâ göstererek, felaha erme ümidi içinde ibâdet ederek yap. Eğer böyle olmağa devam edersen, Allah (CC) , mukadder olan şeyleri kendi lütuf ve ihsanından sana gönderir. Hem de senin isteyemediğin ve temenni edemediğin güzel ve hayırlı şeyleri.

 

EY AHALÎI Kadere rızâ gösteriniz. Kadere rızâ gösteren Abdülkaadir’e (KS) kulak veriniz. Kadere rızâ göstermiş oluşum beni Allah’a ulaştırdı.

 

EY AHÂLl! Geliniz, aziz ve celîl olan Allah’a (CC) boyun eğelim. O’nun (CC) takdirine, O’nun (CC) fiiline boyun eğelim. Gerek zâhîren, gerekse bâtınen, O’na (CC) itaat edelim. Kadere rızâ gösterelim, muvafakat edelim. Kader özengisine basarak yürüyelim. Zira kader bize Allah’ın (CC) gönderdiği elçidir. Gönderenin hakkı için ona ikram edelim, boyun eğelim. Eğer kadere karşı böyle davranırsak, o, beraberliğinde bizi Allah’a (CC) götürür. İşte bu noktadan ve bu halde; nusret, hâkimiyet ve dostluk hak olan Allah’ındır (CC) . Kadere kayıtsız - şartsız rızâ gösterme noktasına geldiğin ve Allah’ın (CC) dostluğuna hak kazandığın zaman, O (CC) , sana, kendi İlim deryasından içecek, lütuf sofrasından yiyecek,... verir. Kendisiyle ünsiyet peyda ettirir. Seni kendi rahmetine garkeyler. Fakat bu hâl, milyonlarca insandan ancak pek az ve nâdir kişilere nasîb olur.

 

EY OĞUL! Sana takva gerek. Takvaya sarıl. Muttaki ol. Sana şeriat gerek. Şeriatın esaslarına sarıl. Sen; şeriatın esaslarına sarılmalı, nefse, hevâi arzulara, şeytana ve kötü kişilere muhalefet etmeli ve onlara uymamalısın. Mümin kişi, bu hususlarda dâima cihâd halindedir. Öyle ki, başından miğferi hiç eksik olmaz, kılıcı asla kınına girmez, atının sırtı hiç eğersiz kalmaz. Uykuyu bile hak erenlerinin uyuduğu niyetle uyur. Hak erenleri, düşmanlarına gâlib gelebilmek için zindelik kazanmak maksad ve gayesiyle uyurlar. İhtiyâç dolayısıyle yemek yerler. Ancak zaruret hâlinde konuşurlar. Mecbur kalmadıkça, âdetleri dilsizlik ve sükûttur. Onları ancak Allah’ın (CC) takdiri konuşturur, Allah’ın (CC) fiili konuşturur. Bu dünyâda, onların dillerini Allah (CC) hareket ettirir, konuşturur. Tıpkı yarın  kıyamet günü uzuvlarını konuşturacağı gibi. Onları, her konuşanı konuşturan azîz ve celil Allah (CC) konuşturur. Onları Allah (CC) konuşturur. Tıpkı cansızları konuşturduğu gibi. Allah (CC) , nutuk - konuşma sebep ve vasıtalarını onlar için hazırlar. Onlar hemen konuşurlar. Onları bir işe sevketmeyi murat etti mi, hemen kendilerini o işe hazırlar, insanlara, hem korku hem de müjde vererek — sırf ileride kendilerine karşı delil - hüccet olsun diye — ilâhî hükümlerinin tebliğ edilmesini  murad edince hemen peygamberleri ve Resulleri (AS) konuşturur. Peygamberlerle Resuller (CC) vefat edip gittikden sonra da onların yerine, ilmi ile amil âlimleri ikaame eder. Böylece, peygamberlerden vekâleten, insanların ıslâhına yarayacak hususlarda bu âlimleri konuşturur, ilâhî hükümlerini onların diliyle söyletir. Resûlüllah (SAV) şöyle buyururlar:

 

  Âlimler peygamberlerin vârisleridir...

 

EY AHÂLİ! Aziz ve celîl olan Allah’ın (CC) nimetleri hususunda O’na (CC) şükrediniz, bütün nimetleri O’ndan (CC) biliniz. Zira şanı yüce olan Allah (CC) şöyle buyurur:

 

  Size ulaşan her nimet Allah’tandır (CC). (Nahl sûresi, âyet: 53).

 

Ey, Allah’ın (CC) nimetlerinin içinde yüzüp duranlar! Hani sizin şükrünüz? Ey, O’nun (CC) nimetlerini O’ndan (CC) bilmeyip O’nun (CC) başkasından bilenler? Siz, kâh olur, O’nun (CC) nimetlerini başkasından bilirsiniz Kâh olur, sırf kendinizden bilir, onlara kendi gücünüzle nail olduğunuzu sanarak aslında hiç de sahip bulunmadığınız birtakım güçlerin kendinizde varolduğunu zannedersiniz. Yine zaman olur, o nimetleri Allah’a (CC) karşı günah istemekde yardımcı olarak kullanırsınız...

 

EY OĞUL! Halvet - yalnızlık anlarında öyle bir takvaya İhtiyâcın var ve öyle bir takvaya sâhib olmalısın ki, seni günâhlardan ve günâha sürükleyecek kaymalardan alıkoysun. Yine öyle bir murakabeye ihtiyâcın var ve öyle bir murakabeye sâhib olmalısın ki, Aziz ve celîl olan Allah’ın (CC) dâima seni görmekte olduğunu sana hatırlatsın, işte sen, halvet - yalnızlık anlarında böyle olmağa muhtaçsın, mecbursun. Bundan başka; nefs, hevâ ve şeytan ile savaşmağa da muhtaçsın, mecbursun. Büyük insanları yıkıp mahveden; ufak hatâlar, sürçmeler ve kaymalardır. Zâhidleri mahveden, nefsânî - hevâî ihtiraslardır. Erenlerini mahveden, halvet - yalnızlık anlarındaki kötü hatıra gelen kötü fikirlerdir. Sıddîkleri mahveden, bir anlık kötülüklerdir. Onların bütün meşgaleleri, kalplerini uygunsuz düşüncelerden korumak, muhafaza, etmekdir. Zîrâ onlar, hükümdarın kapısında uyumaktadırlar. Onlar, hakka da’vet mevkiinde bulunan kişilerdir. İnsanları, Azîz ve Celîl olan Allah’ı (CC) tanımağa da’vet ederler. Gönülleri hakka da’vet etmekden bir an bile geri durmazlar. Allah’a (CC) itaat etmekle mükellef bulunan mahlûkatı O’na (CC) da’vet ederek derler ki:

 

  Ey kalbler, ey ruhlar, ey insanlar, ey cinler, ey, muradı Allah (CC) olanlar! Allah’ın (CC) kapısına geliniz! Kalb ayaklarınızla Allah’a (CC) koşunuz. Takva ve tevhid ayaklarınızla Allah’a (CC) koşunuz. Ma’rifet ve yüksek derecedeki takvanızla Allah’a (CC) koşunuz, Dünyâdaki zühdünüzle Allah’a (CC) koşunuz. Âhiretteki zühdünüzle Allah’a (CC) koşunuz. Allah’dan (CC) başkasından alâkanızı kesmiş olma zühdü ile Allah’a (CC) koşunuz...

 

İşte tasavvuf erbabının meşgalesi budur. Hak Erenlerinin meşgalesi budur. Onların bütün düşüncesi halkın ıslâhıdır. Onların bu husûsdaki himmet ve gayreti, Arş-ı A’lâdan taaa yeryüzüne kadar bütün yere-göğe şâmildir...

 

EY OĞUL! Nefsi ve hevâyı kendinden defet. Nefsânî - hevâi duygulardan sıyrıl. Tasavvuf erbabının ayakları altında bir zemin (yer), avuçları içinde de bir toprak ol. Aziz ve Celîl olan Allah (CC) ; ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Nitekim İbrahim (AS)'ı, küfür üzere ölmüş ebeveyninden vücûda getirmiştir. Mümin, hayât sahibidir, diridir. Kâfir ise ölüdür. Tevhîd erbabı (muvahhid), hayât sahibidir, diridir. Müşrik (putperest, Allah’a cc. eş - ortak tanıyan) ise ölüdür. İşte bunun içindir ki, rivayet edilen bir kelâmında, Aziz ve Celil olan Allah (CC) şöyle buyurur:

 

  Benim mahlûkatımdan ilk ölen iblistir.

 

Bu kelâmı ile, sânı yüce olan Allah (CC) şöyle buyurmuş oluyor:

 

  İblis, Bana isyân etti. Neticede günahkârlıkla öldü.

 

Bu zaman, âhirzamandır. Nifak çarşısı açılmıştır, yalan çarşısı açılmıştır. Ey ahâlî; münafık, yalancı, deccal,... kişilerle oturmayınız! Yazık sana ki, nefsin münâfıkdır, yalancıdır, kâfirdir, fâcirdir, müşrikdir. Böyle olduğu halde sen onunla nasıl oturuyorsun? Ona muhalefet et, asla muvafakat etme. Onu bağla, asla salıverme. Onu hapset, zindana at. Kendisine, ancak zarurî olan haklarını ver. Fazla verme. Onu mücâhedelerle kahret, itaat altına al!...

 

Hevâya gelince, onun da sırtına bin. Onu asla başıboş bırakma. Eğer böyle yaparsan bil ki o sana biner. Mîzâç - tabiat ile asla sohbetdâş olma. Zîrâ o, henüz aklı olmayan bir tıfıldır. Düşün bir kerre, henüz aklı gelişmemiş bir sâbîden herhangi bir şeyi nasıl öğrenebilir, onun söylediğini nasıl kabul edebilirsin?...

 

Şeytan ise senin de, baban Adem (AS)'ın da düşmanıdır. Öyleyse onunla nasıl oturur, onun söylediklerini nasıl kabul edersin? Seninle onun arasında bir kan da’vâsı vardır, eski bir düşmanlık vardır. Ondan asla emin olma. Zira hiç şüphe yok ki, O, senin babanın da ananın da kaatilidir. Baban Âdem ile, anan Havva’ya günah işlettiren odur. Fırsat bulduğu an, tıpkı onları katlettiği gibi, hiç şüphesiz seni de katledecekdir...

 

Takvayı kendine silâh edin! Silâhın takva olsun. Aziz ve Celil olan Allah (CC) için tevhîd, yine O’nun (CC) için murakabe, halvet - yalnızlık anlarında yüksek dererede takva, sıdk ve yalnız Allah’dan (CC) yardım bekleme duygun da askerin olsun, ordun olsun! İşte silâh, işte ordu... Tasavvuf erbabı ve hak erenleri o kimselerdir ki, bu silâhlarla ve bu ordu ile, şeytanı hezimete uğratmışlar, belini bükmüşler ve askerini perişan etmişlerdir. Hâl böyle iken, şeytanı sen nasıl hezimete uğratmıyasın ki, Hak, seninle birliktedir...

 

EY OĞUL! Dünya ile âhıreti bir araya getir. Her ikisini de aynı bir yere koy. Kalbin dünyâ ve âhiret düşüncesinden arınmış olarak ve çırılçıplak bir şekilde, Aziz ve Celîl olan Mevlân (CC) ile tek başına ol. Mâsivâdan yâni Allah’dan (CC) başka her şeyden arınmadıkça O’na (CC) yönelme. Halka bağlanıp kalarak Hak’dan (CC) ayrı kalma. Bütün bu sebepleri kopar, at. Allah’a (CC) giden yoldaki engelleri birer birer bertaraf et...

 

Bütün bunları yaptıkdan sonra, dünyâ ile âhıreti bırakdığın yere var. Dünyâyı nefsine ver. Ahireti kalbine koy. Mevlâ’yı da (CC) Özünde tut...

 

EY OĞUL! Nefs ile birlikde olma. Heva ile de birlikde olma. Dünya ile de birlikde olma. Ahiretle de birlikde olma. Aziz ve Celîl olan Allah’dan (CC) başka hiç bir şeye tâbi olma. İşte böyle yaptığın an, ebediyyen yokolmayan bir hazineye kavuşmuş olursun, işte bu takdirde Azîz ve Celil olan Allah’dan (CC) sana hidâyet gelir. Hem öyle bir hidâyet ki, ondan sonra bir daha dalâlete düşmek yoktur...

 

Öyleyse hemen günahlarına tevbe et, bir daha işlememeğe azmeyle. Onlardan sıyrıl. Seri adımlarla, Azîz ve Celîl olan Mevlâna (CC) koş. Tevbe ettiğin zaman, hem zahirin hem de bâtının tevbe etmiş olsun. Tevbe, Allah indinde makbul kul olmanın temelidir. Hâlis bir tevbe ile ve Allah’dan (CC) hakîkaten haya etmek suretiyle, üzerindeki günah elbisesini çıkar, at. Tevbe, şeriatın emrettiği amelleri işlemek sûretiyle uzuvlar temizlendikten sonra kalb ile yapılacak bir ameldir. Tevbe, kalbin amellerindendir. Yâni önce dînin emrettiği bütün ameller işlenir ve işlenmekte devam edilir. Böylece, kişinin a’zâsı bu amellerle temizlenmiş olur. Bu arada kalb de günahlardan tevbe eder. Yâni, gerçekte tevbe, kalbin amellerindendir. Kalıba, yâni bedene mahsus birtakım ameller vardır. Kalbe mahsus da birtakım ameller vardır. Kalb, sebepler sahrasını aştığı ve fâni varlıklara bağlanıp güvenmekten sıyrıldığı an tevekkül deryasına dalmış olur, ma’rifetullah deryasına dalmış olur, Allah’ı (CC) bilme ve tanıma deryasına dalmış olur. Artık sebepleri terkeder, müsebbibi (Allah’ı cc.) arar. İşte, kişi; tevekkül, ma’rifetullah ve Allah’ı (CC) bilme ve tanıma deryalarına daldığı zaman bu noktada şöyle der:

 

  O   (Allah cc.) ki beni  yaratan ve bana hidâyet verendir.  (Şuarâ sûresi, âyet: 78).

 

Sânı yüce olan Allah (CC) , tevekkül ve ma’rifetullah deryasına dalmış olan bu kişiyi, bir sahilden diğer bir sahile, bir yerden diğer bir yere iletir. Ta ki bu kul, dosdoğru giden bir cadde üzerinde duruncaya kadar. Kişi, her ne zaman ki Rabbını (CC) zikrederse O’nun (CC) geniş ve düz caddesi kendisine açılır, pürüzler bertaraf olur...

 

Aziz ve Celîl olan Allah’ı (CC) arayan kişinin kalbi mesafeleri kateder, her şeyi geride bırakır. Bazen yolda helak otmakdan korktuğu anlar olursa da, bu takdirde, îmânı hemen imdada yetişir, kendisine cesaret verir, rahatlık verir, Böylece, yalnızlığın ve korkunun getirmiş olduğu sıkıntı yok olur. Onun yerini, Allah (CC) ile olan ünsiyetin nuru ve yine Allah’a olan yakınlığın sebep olduğu ferahlık alır...

 

EY OĞUL! Sana herhangi bir dert geldiği zaman, onu sabır eliyle karşıla ve devası gelinceye kadar sakin ol. Deva gelince onu da şükür eliyle karşıla. Bu hâle geldiğin zaman, peşinen ebedi zevkli - safalı bir hayâtta olursun...

 

Cehennem korkusu müminlerin ciğerlerini parçalar, benizlerini sarartır, gönüllerini mahzun eder. Kendilerinde bu haller meydana gelince, Azîz ve Celil olan Allah (CC) onların kalbine rahmet ve lûtfunun suyunu akıtır. Kendilerine âhiret kapısını açar. Onlar da bu kapıdan âhıretin emin yerlerini bizzat görürler. Âhıretin emin yerlerini bizzat görerek sükûnet buldukları, mutmain oklukları ve biraz feraha kavuştukları an, şanı yüce olan Allah (CC) onlar için Celâl kapısını aralar. Bu sefer de gönülleri pârelenir, özleri pârelenir, kendilerini öncekinden daha da şiddetli bir korku sarar. Bu merhale de tahakkuk edince, bu sefer Allah (CC) onlar için Cemâl kapısını aralar, işte bu anda artık iyice sükûnete kavuşurlar, mutmain olurlar, uyanırlar ve makam ve mevkiler edinirler. Bu makam ve mevkiler, derece derecedir, tabaka tabakadır...

 

EY OĞUL! Dünyâdaki himmet ve gayretin; yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, güzel ve rahat evlerde oturmak ve mal - mülk servet toplamakdan ibaret olmasın. Bütün bunlar nefsin işidir, nefsin ve tab’ın rağbet ettiği şeylerdir. Öyleyse kalbe mahsus himmet ve gayret nedir? Kalb ve öz-sır, neye rağbet etmelidir? Onun himmet ve gayreti, Azîz ve Celil olan Allah’ı (CC) aramakdır. Kalbin rağbet edeceği yegâne şey budur. Senin himmet ve gayretin ve rağbet edeceğin şey, senin için en mühim olandır, sana ehemmiyet verendir. Senin için en mühim olan ve sana ehemmiyet veren ise Allah’dır (CC) . Öyleyse senin himmet ve gayretin ve rağbet edeceğin şey de Azîz ve Celil olan Rabbin ve O’nun (CC) nezdindeki olmalıdır. Dünyânın bir bedeli, bir karşılığı vardır. Bu, âhirettir. Fânî varlıkların da bir bedeli, bir karşılığı vardır. O da, Azîz ve Celîl olan Yaratıcı (Allah)dır (CC) . Her ne zaman ki, Allah’ın (CC) emirlerine muhalif olan bir fiili bu dünyâda terkeder, işlemezsen, Allah (CC) onun karşılığını hem de ondan daha hayırlı olarak âhırette yaratır ve verir.

 

Sen, ömründen sâdece bir gün kaldığını farzet ve ecel meleğinin geleceğini düşünerek âhıret için hazırlan. Dünyâ, tasavvuf ehli ve Hak Erenleri için bir kuvvet kazanma ve pişip olgunlaşma mahallidir. Âhıret ise ebedî ömür sürme yeridir. Fakat Aziz ve Celîl olan Allah’dan (CC) kendilerine gayret geldiği an, bu gayret, onlarla dünyâ ve âhıretin arasına girer. Böylece, gayretin onlarda meydana getirmiş olduğu coşkun şevk, âhıret makamına kaaim olur. Artık ne dünyâya ihtiyâçları kalır, ne de âhiırete...

 

EY YALANCI! Sen, Allah’ı (CC) ancak nimet içinde bulunduğun zamanlar seversin. Belâ-musibet geldiği an ise, sanki Allah (CC) senin dostun değilmiş gibi kaçarsın. Kişinin ne olduğu, imtihan sırasında ortaya çıkar. Eğer Azîz ve Celîl olan Allah’dan (CC) belâlar-musibetler geldiği an daha önceki hâlinde sabit kalabiliyorsan işte bu takdirde sen O’nu (CC) seviyorsun demekdir. Yok, eğer musibetler gelmeğe başlayınca sende değişiklik oluyorsa yalanın ortaya çıkmış olur, daha önce kendinde varolduğunu iddia ettiğin Allah (CC) sevgisinin gerçekte varolmadığı anlaşılır ve o beyânın yıkılır gider...

 

Bir defasında Resûlüllah (SAV)'e bir adam geldi ve:

  Yâ Resûlellah (SAV), ben seni seviyorum!

Dedi. Allah (CC) Resulü (SAV) de ona şu cevâbı verdi:

  Öyleyse sıkıntılar için bir bürgü-elbise hazırla!..

 

Yine bir defasında Resûlüllah (SAV)'e bir başka adam geldi ve:

  Yâ Resûlellah (CC) , ben Allah’ı (CC) seviyorum!

Dedi. Allah (CC) Resulü (SAV) de ona cevaben şöyle buyurdu:

  Öyleyse belâlar için bir bürgü-elbise edin!...

 

Allah’ın (CC) ve Resulünün (SAV) muhabbet ve sevgisi, sıkıntı ve belâlara yakın olarak bulunur. Allah’ı (CC) ve Resulünü (SAV) sevdiğini iddia eden birisi, bu sevginin yanında sıkıntı, musibet ve belâların bulunduğunu peşinen bilmeli ve bir gün olup bunlara ma’ruz kalabileceğini hatırından çıkarmamalıdır. İşte Allah’ın (CC) ve Resulünün (SAV) muhabbet ve sevgisi sıkıntı ve belâlara yakın olarak bulunduğu içindir ki, sâlihlerden biri şöyle demiştir:

 

  Belâlar velîlere musallat edilmiştir. Tâ ki, her aklına gelen, Allah’a (CC) yakınlık iddiasında bulunmasın. Eğer böyle olmasaydı, herkes Allah’ı (CC) sevdiğini söyler, evliyalık iddiasında bulunurdu...

 

Demek ki belâlara, musibetlere, sıkıntılara,... tahammül edip gönül rızasıyla sebat göstermek, Allah (CC) sevgisinin bîr emâresidir...

 

Rabbena Âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil’âhıreti haseneten vekınâ azâbennâr.

 

  Ey Rabbımız (CC) , bize dünyâda iyilik ver. Âhirette de iyilik ver, Bizi cehennem azabından koru!..

 

Kaynak: Fethurrabbani, Vel Feyzurrahmani


 

[1] Mutmain olmuş nefs (rûh); menfi ve zararlı lemâytil, duygu ve ihtiraslardan arınarak durulmuş ve hakikate ererek Allah (CC) kusuruna lâyık bir hâle gelmiş nefs demektir. Meselâ kibir, riya, ucüb. hased - kıskançlık, hırs, tamah (tama’), merhametsizlik, şefkatsizlik,... insan rııhunun menfi ve zararlı duygu, temayül ve ihtiraslarıdır. Bunlardan ve benzerleri ihtiraslardan arınmamış olan bir ruh, itminana erememiş, hakikate erememlş, Allah’ın huzurunu lâyık bir seviyeye gelememiş demektir. Dolayısıyle, böyle bir rûh, âyette kendisine hitâb edilen  bahtiyâr ruhlardan  olamaz.

[2] İbrâhim (AS'ın başından geçen bu ateşe atılma hâdisesi, evveliyatı da dâhil olmak üzere aşağı - yukarı bütün safhaları ile Kur’anda anlatılmaktadır. Biz, bir münâsebetle bu hâdiseyi, GAFLETTEN KURTULUŞ İsimli eserde anlatmıştık. Okuyucularımızın meseleyi daha iyi kavramalarına yardımcı -olacağı mülahazasıyle, açıklamayı aynen buraya alıyorum. (Bakınız:  Gafletlen Kurtuluş. Cilt: I. Sayfa: 64,65,66) Yaman  Arıkan

İbrahim (AS'ın kavmi yıldızlara bakarak kâhinlik yapmakta, şahısların hayâlinde ve bedeninde vuku bulun değişiklikler üzerine yıldızlardan hüküm çıkarmaktadırlar. İbrahim aleyhisselam, onların bu hareketlerinin batıllığını, hiç unutamayacakları bir şekilde kendilerine anlatmak ister. Bir bayram münâsebetiyle, kendisinin de onlarla birlikte bayram yerine gelmesini isteyen kavminin ileri gelenlerine bu acı dersi verir. Yıldızlara bir nazar  atfeder ve, “Ben hastayım, gelemiyeceğim!” der.

— Derken, yıldızlara bir bakış baktı ve, “Ben gerçekten hastayım!” dedi. (Sâffât sûresi, âyet: 88,89).

Onlar, İbrahim (AS)'ın hasta olmadığını ve yıldızlara böyle bir bakışla bunun anlaşılamayacağını da iyi bilmektedirler. Fakat aynı hareketleri, sanki sahiymişçesine kendileri de yapmakta oldukları için ona bir şey de diyemezler. Kendi yaptıkları ile tuzağa düştüklerini görünce, işi bozuntuya vermemek için, İbrahim’i (AS) orada yalnız bırakarak hemen uzaklaşırlar.

— O vakit ona arkalarını dönüp uzaklaştılar. (Saffât sûresi, âyet:90).

İbrahim (AS) onlara şimdi ikinci dersi verecekdir. Kendi elleriyle yapmış oldukları putlara tapan kavmi, bayram ve eğlence yerlerine giderken, tapdıkları bu putların önlerine yiyecekler koymakta, dönüşlerinde de onları yine kendileri yemektedirler. Kendisini bayram yerine da’vet edenler çekip gittikten sonra, İbrahim (AS) onların puthânesine girerek putları kırar. Hadisenin bu safhası son derece ibretlidir. Şimdi, bu kısmı yine Kur’ândan ta’kib  edelim.

Bunun  üzerine o da onların putlarına  vurarak  dedi  ki:

— Hani yemiyor musunuz? N’oluyor size ki, konuşmuyorsunuz da!..

Nihayet gizlice onları sağ eliyle bir vurup kırdı. Derken, kavmi koşarak onun ününe çıktı.   İbrahim (AS) dedi  ki:

— Kendi elinizle yonttuklarınıza mı ibâdet ediyorsunuz? Oysa sizi de, yapdıklarınızı da yaratan Allah’tır (CC). Kavmi dedi:

— Onun için bir bina yaparak onu ateşe atın.

Böylece, ona bir tuzak kurmayı murat ettiler. Fakat biz de onları alçaltıverdik. (Sâffât sûresi, âyet:91-98).

Puthaneye giren İbrahim aleyhisselam, orada mevcut putların hepsini bir balta İle kırar. Yalnız en büyük puta dokunmaz ve baltayı da onun omuzuna asarak çıkar, gider. Dışarıda, koşarak kendisine yâni puthâneye doğru giden kavmi ile karşılaşır. Hemen içeri dalan putperestler büyük puttan başka bütün putların kırıldığını ve onun boynunda da bir baltanın asılmakta olduğunu dehşetle görürler. Peygamber İbrâhim aleyhisselâm, onlara, putlara tapınmanın sak’im bir gidiş olduğunu daha önceleri sözle anlatmaya çalışmış, fakat dinletememiştir. Şimdi hu hareketiyle, onlara, putların hiç bir şeye muktedir olamayacaklarını kendi ağızlarıyla ikrâr ettirecektir. Onun için kavminin, putları kimin kırdığını sorması karşısında, “Ben kırdım…”, demiyecek, “Putların büyüğüne surun. Belki o yapmıştır.” cevabını verecektir. Hâdisenin bu safhasını da yine Kur’ândan dinleyelim:

O zaman İbrahim (AS), babasına ve kavmine:

— Sizin tapdığınız hu heykeller de nedir? demişti. Onlar da:

— Biz,   atalarımızı  onlara  tapar dulduk!... dediler. İbrahim dedi:

— Yemin olsun ki, siz de, atalarınız da mutlak ve açık bir dalâlet içindesiniz!

Onlar dediler:

— Sen bize hakkı mı getirdin? Yoksa sen şakacılardan mısın?

İbrahim dedi:

Bilakis, sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin de Rabbıdır ki, onları O (CC) yaratmıştır. Ve, ben de buna yakınen şehâdet edenlerdenim. Allah’a (CC) yeminle söylerim ki, siz dönüp gittikden sonra ben, putlarınıza mutlaka bir oyun yapacağım... Derken, o, onları parça parça etti. Yalnız,  belki ona mürâcaat ederler diye onların en büyüğüne dokunmadı.

Kavmi bu durumu görünce dedi:

Bunu bizim ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak ki o,   zâlimlerdendir.

Dediler:

Kendisine İbrahim (AS) denilen bir genç işittik. Onlar(putlar)la uğraşıyordu.

Dediler:

Öyleyse onu halkın huzuruna çıkarın. Belki onlar şâhidlik yaparlar…

Dediler:

Ey İbrahim (AS) , sen mi yaptın bunu bizim ilâhlarımıza?

İbrahim  dedi:

Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır. O halde, eğer konuşurlarsa onlara sorun…

Bunun   ürerine,   vicdanlarına dönerek,   birbirlerine,   “Şüphesiz,   zâlimler   sizsiniz, siz!”  dediler.  Sonra,  yine  eski  kafalarına  döndürüldüler de:

Yemin olsun ki, bunların konuşmadığını sen de bilirsin ey İbrahim (AS)!... dediler.

İbrahim  (AS) de  dedi:

Öyleyse Allah’ı (AS) bırakıp da size hiç bir şeyle ne faydası ve ne de zararı dokunmayacak bu putlara hâlâ tapacak mısınız? Yuh size de, Allah’ı (AS) bırakıp taptıklarınıza
da. Akıllanmıyacak mısınız siz!...

Dediler:

Onu yakın.  Böylece,  ilahlarımıza yardım edin.  Eğer iş yapanlar iseniz...

Biz (Allah cc.) de dedik ki:

Ey  ateş,  İbrahim’e (AS) karşı  serin ve selâmet ol!...

Ona büyle bir oyun yanmak İstediler. Fakat biz de onları daha fazla hüsrana uğrayanlardan eyledik. (Enbiya sûresi, âyet: 52-70)

www.GAVSULAZAM.de

 

HOME              İNDEX        DERVİŞ

YOLUMUZ

       MAİL          NOT BIRAK
 
2003-2004, GAVSULAZAM.de.        Her Hakkı Mahfuzdur.