Mukadderatta
olan şeyler başa gelmeğe başladığı zaman, aziz ve celil olan Allah’a
(CC)
itirazlarda bulunmak; dînin ölmesi, tevhidin ölmesi, tevekkül ve İhlasın
ölmesi demektir. İnanan bir kalb, kader karşısında, “Niçin? Nasıl? Neden?”
gibi şeyler bilmez. Allah’ın (CC) takdirine karşı İtirazlarda bulunan böyle soruları
asla sormaz. Bil’akis o, mukadderatta olan şeyler vuku buldukça, sâdece şöyle
der:
— Evet. Allah’ın (CC) takdiri vuku bulmuştur...
Nefs, bütün
varlığı ile kadere karşıdır, Allah’ın (CC) takdiri ile çekişme halindedir, hep
kadere karşı çıkar, itirazlarda bulunur. Nefsini ıslâh etmek İsteyen, onunla
savaşsın, mücâhedede bulunsun. Taaa onun şerrinden emin oluncaya kadar... Nefs,
bütünüyle şer içinde şerdir. Eğer ıslâh yolunda kendisiyle savaşılır ve mutmain
hâle getirilirse yâni menfî temâyül ve ihtiraslarından arındırılırsa (Nefsi
Mutmainne), bu takdirde o, hayır içinde hayır olur. Bütün ibâdet ve tâatlerin
yerine getirilmesinde itaatkar bir hâle gelir. İşte bu hâle geldiği zaman ona
şöyle hitâb edilir:
— Ey hakikate
ermiş nefs (ruh)! Dön Rabbına, sen O’ndan (CC) râzı, O (CC)
da senden râzı olarak. (Fecr sûresi, âyet: 27, 28)
Artık böyle bir
nefsin Allah (CC) yolunda bulunmağa iştiyak duyması sahilidir. Bizzat kendi şerri,
kendisinden zail olmuştur. Fâni varlıklardan hiç birine bağlanmaz. Nesebinin,
ceddi İbrâhîm aleyhisselâma merbûtiyetine hak kazanmıştır. Malum, İbrâhim
(AS), ateşe atılacağı zaman nefsinden tamamen sıyrılmış, kendisinde hiç
bir nef sânî - hevâî duygu bırakmamıştı. Kalbi de iyice ma’nevî sükûnet ve
itminana ermişti. Bu sırada, mahlûkattan birçoğu yanına gelerek kendisine
yardım etmeğe hazır olduklarını arzetmişler ve bu hususda canlarını fedadan çekinmeyeceklerini
söylemişlerdi. İbrahim (AS) ise onlara şu cevâbı veriyordu:
— Hayır! Sizlerin yardımını istemiyorum. O’nun (Allah’ın
cc.) benim hâlimi bilmesi,
yardım talebinde bulunmakdan beni müstağni kılar...
İşte onun
Allah’a (CC) teslimiyet, ve tevekkülü böylece tamamlanınca ateşe şöyle hitâb edildi:
— ...Ey ateş, İbrahim’e (AS)
karşı
serin ve selâmet ol!... (Enbiyâ sûresi, ayet: 69).
Sabırlılara,
aziz ve celîl olan Allah’ın (CC) dünyâda sayısız yardımları, âhırette de yine
sayısız nimetleri vardır. Nitekim bu hususu İfâde eden bir ayetinde şanı yüce
olan Allah (CC) şöyle buyurur:
— ...Ancak
sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecekdir. (Zümer sûresi, âyet: 10).
Allah’a (CC)
hiç bir
şey gizli kalmaz. Kendi rızâsı için sabredip tahammül gösterenleri ayniyle
bilir. Siz, O’nun (CC) lûtfunu ve In’amını senelerdir gördünüz, görüyorsunuz. Ne
olur, siz de O’nun (CC) rızâsı için bir an sabrediniz, tahammül gösteriniz. Zâten
kahramanlık, bir anlık bir sabırdan ibarettir. Şânı yüce olan Allah
(CC) , lûtfundan
vereceği yardım ve zafer ile, dâima sabredenlerle beraberdir. Nitekim bu hususu
açıkça beyan eden bir âyetinde şöyle buyurur:
— ...Hiç şüphe
yok ki, Allah’ın (CC) yardımı, sabredenlerle beraberdir. (Bakara sûresi, âyet: 153).
Siz de Allah
(CC) için sabrediniz, tahammül gösteriniz. Allah (CC) için intibâhe geliniz, uyanınız.
Allah’dan (CC) gafil olmayınız. Uyanmayı ölüm sonrasına bırakmayınız. Zîrâ öldükten
sonraki uyanışın size faydası olmaz. Allah’a (CC) kavuşmadan Önce Allah (CC)
için
uyanınız, intibaha geliniz. Kendi irâdeniz olmadan yakalanıp azaba
çarptırılacağınız an gelmeden önce uyanınız. O vakit geldiği an, pişman
olursunuz. Ancak, bu pişmanlık size fayda vermez. Kalblerinizi ıslâh ediniz.
Zira, hiç şüphe yok Ki, eğer o sâlih olursa bütün diğer halleriniz de sâlih
olur. İşte bunun İçindir ki, Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
— Şu insanoğlunda
bir et parçası vardır ki, o doğru olduğu zaman, onun diğer bütün uzuvları doğru
olur. O bozuk olduğu zaman ise onun bütün diğer uzuvları bozuk olur. Haberiniz
olsun ki bu et parçası KALB’dir...
Kalbin salâhı;
takva, aziz ve celîl olan Allah’a (CC) tevekkül, O’nu (CC)
tevhîd - birleme ve amellerde
ihlâs ile mümkündür. Takva sahibi olan, azîz ve celîl olan Allah’a (CC)
tevekkül
eden, O’nun (CC) birliğini tasdik eyleyen ve amellerini de ihlâsla yapan kişinin
kalbi doğrudur, sâlihdir. Kalbin fesadlığının ve bozukluğunun sebebi ise onda
yukarıdaki hâssaların bulunmayışıdır. Kalb, beden kafesinde bir kuştur. Yine
o; tıpki kutudaki bir inci, hazînedeki bir mal gibidir. İtibâr ise; kafese değil
kuşadır, kutuya değil inciyedir, hazîneye değil, içindeki maladır...
Allah’ım
(CC) ;
uzuvlarımızı Sana kulluk yapmakla, kalblerimizi Seni tanımakla, uzun
ömürlerimizin gecesini - gündüzünü Sana lâyık olmağa çalışmakla meşgul
eyle!... Bizi, bizden önce gelip - geçmiş sâlihler topluluğuna ilhak eyle! Bizi
de, onlara vermiş olduğun maddî - ma’nevî güzel rızıklarla rızıklandır. Onlar
için olduğun gibi, bizim için de ol! Amin!...
EY AHÂLİ! Tıpkı
sâlihler gibi, siz de aziz ve celil olan Allah’ın yolunda olun. Hayâtınızı
Allah (CC) için geçirin. Tâ ki O (CC) da sizin için olsun, size yardım ve zafer
bahşetsin. Tıpkı sizden önceki sâlihler için olduğu gibi. Tıpkı onlara yardım
ve zafer bahşettiği gibi... Eğer aziz ve celîl olan Allah’ın (CC)
sizin için
olmasını, size yardım ve zafer bahşetmesini isterseniz, O’na (CC) kullukla meşgul
olunuz, O’nun (CC) yolunda sabırlı olunuz, O’nun (CC) gerek sizdeki ve gerekse sizden
başkalarındaki tasarruflarına rızâ gösteriniz. Allah (CC) yolunun yolcuları dünyâ
hayâtında zâhid oldular; haramlardan, günahlardan ellerini çektiler. Dünyâdaki
nasiplerini de takva eliyle aldılar. Sonra da âhıreti istediler, orayı kazanmayı
murad ettiler. Bu maksadla, güzel ameller işlediler. Nefslerine karşı geldiler.
Aziz ve celil olan Rabblerine (CC) İtaat ettiler, önce kendilerine, kendi nefslerine
va’z - nasihat ettiler, öğüt verdiler. Kendi nefs lerini ıslah ettikden sonra
da başkalarına va’z - nasihat ettiler, öğüt verdiler...
EY OĞUL! önce
kendi nefsine nasihat et, kendi nefsini düzelt. Sonra da başkalarına öğüt ver,
başkalarını düzeltmeğe çalış. Sana önce kendi nefsinin hususiyetleri, kendi
nefsinin ne durumda olduğu lâzım. Kendinde ıslâha muhtaç bir hâl varolduğu
müddetçe başkalarını düzeltmeğe, başkalarına öğütler vermeğe kalkışma. Eğer
kendinde ıslâha muhtaç bir hâl bulunduğu halde, bunu bırakır da başkalarını ıslâha
kalkışırsan yazık sana! Hiç şüphe yok ki, sen, başkalarını nasıl ve hangi
hallerde kurtarabileceğini bilirsin. Sen kendin kör isen, bir başkasını elinden
tutup bir yere nasıl götürebilirsin? Gözleri görmeyen birisinin, bir başkasını
elinden tutup bir yere götürmesi mümkün olmadığı gibi, kendi nefsini ıslâh
etmemiş bitişinin de başkalarını irşâd edip Allah’a (CC) götürmesi mümkün değildir.
Ancak kendi gözleri gören kişi başkalarını bir yerden bir yere götürebilir.
Denize düşen ve yüzme bilmeyen birisini, ancak mahir yüzücü olan birisi
kurtarabilir. Aynen bunun gibi, azîz ve celîl olan Allah’a
(CC) insanları ancak O’nu
(CC) tanıyan birisi götürebilir. Allah’ı (CC) tanımayan kişiye gelince, O’na (CC)
giden yolda
bu kişi insanlara nasıl rehberlik edebilir ki!... Sana, azîz ve celîl olan
Allah’ın (CC) tasarrufundan bahsetmek ihtiyâcını hissetmiyorum. Sen, O’nu (CC)
seversin.
Amellerini sırf O’nun (CC) rızâsı İçin yaparsın. Aslâ O’ndan (CC)
başkası İçin yapmazsın.
Ve yine sen, yalnız O’ndan (CC) korkarsın. O’ndan (CC) başkasından aslâ korkmazsın...
Fakat bütün
bunlar, gönülden hâlis bir inanış ve iştiyakla olacak şeylerdir. Ağız
kalabalığı ile ve lâfla olacak şeyler değildir. Yine bütün bunlar; halvetle,
ibâdet, zikir, riyâzat ve murakabe ile alınacak neticelerdir. Yoksa,
şekilcilikten ve zahirî gösterişden öteye gecemeyen ve ruha aslâ işlemeyen
birtakım davranışlarla elde edilecek netîceler değildir. Evin kapısında tevhîd
bulunur, içi de şirkle dolu olursa bu, münafıklığın, ikiyüzlülüğün ve fitne -
fesadın ta kendisidir. Binâen’aleyh, Allah (CC) yolunun yolcusunun dili ile kalbi,
içi ile dışı, sözü ile özü,... bir olmalı ve aynı şeyi terennüm etmelidir...
Yazık sana ki,
dilin hep müttakîlik iddiasındadır. Kalbin İse fısk-u fücurdan, fitne -
fesâddan hiç arınmaz. Dilin hep şükür eder gözükür, kalbin ise, hep mukadderatı
ilâhîye itiraz halindedir. Azîz ve celîl olan Allah
(CC) , bir kudsî hadisde şöyle
buyurur:
— Ey Ademoğlu,
hiç durmamacasına benim rahmetim sana akmaktadır. Buna karşılık, bana, senin
hep şerrin yükselmektedir..
Yazık sana ki,
O’nun (CC) kulu olduğunu iddia ediyorsun, Fakat O’ndan (CC) başkasına itaatte
bulunuyorsun. Halbuki, eğer sen hakikaten O’nun (CC) kulu olmuş olsaydın,
buğzettiğine mutlaka O’nun (CC) için buğzeder, sevdiğini de mutlaka O’nun (CC)
için
severdin. Buğz –adavet ve düşmanlığın da O’nun (CC) için olurdu, sevgin ve
dostluğun da O’nun (CC) için olurdu. İmânı kuvvetli olnn bir mümin ne nefsine itaat
eder, ne şeytânına, ne de hevasına. Esasen kuvvetli îmâna sâhib bir mümin, şeytan
diye bir şey bilmez ki, ona itaat etsin. Dünyâya aldırmaz ki, onun için zelil
durumlara düşsün. Bil’akis o, dünyâyı hakir ve zelil görür. Ona aldanmaz. Ebedî
hayâtı kazanmağa bakar. Ne zaman ki, mümin, dünyâ sevgisini gönlünden atar ve
aziz ve celil olan Mevlâsına vâsıl olursa işte o takdirde bütün vakitlerdeki ibâdetleri
hâlis Allah (CC) için olur. Îmânı kuvvetli olan mümin, aziz ve celîl olan Allah’ın
(CC)
şu kelâmını işitmiştir:
— Halbuki onlar
Allah’a (CC), O’nun (CC) dîninde İhlâs sâhibi ve tevhîd ehli olarak ibâdet etmekden,... başkasıyla
emrolunmamışlardır. (Beyyine sûresi, ayet:
5).
Sen ey müslüman,
Allah’dan (CC) başkasının sevgisini gönlünde bulundurma neticesi hâsıl olan şirki
kendinden uzaklaştır. Eğer kalbinde, mahlûkattan herhangi bir şeyin sevgisi
var ise, orada şirk var demektir. O halde bu şirki at. Aziz ve celîl olan
Allah’ı (CC) tevhid et, birle. O (CC) , eşyanın tamâmının yaratıcısıdır. Kâinat, bütünüyle
O’nun (CC) kudret elindedir. Ey, Allah’ı (CC) bırakıp da O’nun (CC)
mahlûkatına tâlib olan, gönlünü
O’nun (CC) yaratıklarının sevgisi ilo dolduran kişi! Sen hiç de akıllı birisi
değilsin. Azîz ve celîl olan Allah’ın (CC) hazinesinde hulunmayan bir şey var mı ki?
Bak, şânı yüce olan Allah(CC) ne buyuruyor:
— Hiç bir şey müstesna olmamak üzerei, hepsinin hazineleri bizim nezdimizdedir. (Hicr sûresi, âyet: 21).
EY OĞUL! Kader
oluğunun altında uyu. Bunu; sabra yaslanarak, kadere gönülden rızâ göstererek,
felaha erme ümidi içinde ibâdet ederek yap. Eğer böyle olmağa devam edersen,
Allah (CC) , mukadder olan şeyleri kendi lütuf ve ihsanından sana gönderir. Hem de
senin isteyemediğin ve temenni edemediğin güzel ve hayırlı şeyleri.
EY AHALÎI Kadere
rızâ gösteriniz. Kadere rızâ gösteren Abdülkaadir’e
(KS)
kulak veriniz. Kadere rızâ göstermiş oluşum beni Allah’a ulaştırdı.
EY AHÂLl! Geliniz,
aziz ve celîl olan Allah’a (CC) boyun eğelim. O’nun (CC) takdirine, O’nun (CC)
fiiline boyun
eğelim. Gerek zâhîren, gerekse bâtınen, O’na (CC) itaat edelim. Kadere rızâ
gösterelim, muvafakat edelim. Kader özengisine basarak yürüyelim. Zira kader
bize Allah’ın (CC) gönderdiği elçidir. Gönderenin hakkı için ona ikram edelim,
boyun eğelim. Eğer kadere karşı böyle davranırsak, o, beraberliğinde bizi
Allah’a (CC) götürür. İşte bu noktadan ve bu halde; nusret, hâkimiyet ve dostluk hak
olan Allah’ındır (CC) . Kadere kayıtsız - şartsız rızâ gösterme noktasına geldiğin ve
Allah’ın (CC) dostluğuna hak kazandığın zaman, O (CC) , sana, kendi İlim deryasından
içecek, lütuf sofrasından yiyecek,... verir. Kendisiyle ünsiyet peyda ettirir.
Seni kendi rahmetine garkeyler. Fakat bu hâl, milyonlarca insandan ancak pek az
ve nâdir kişilere nasîb olur.
EY OĞUL! Sana
takva gerek. Takvaya sarıl. Muttaki ol. Sana şeriat gerek. Şeriatın esaslarına
sarıl. Sen; şeriatın esaslarına sarılmalı, nefse, hevâi arzulara, şeytana ve
kötü kişilere muhalefet etmeli ve onlara uymamalısın. Mümin kişi, bu
hususlarda dâima cihâd halindedir. Öyle ki, başından miğferi hiç eksik olmaz,
kılıcı asla kınına girmez, atının sırtı hiç eğersiz kalmaz. Uykuyu bile hak
erenlerinin uyuduğu niyetle uyur. Hak erenleri, düşmanlarına gâlib gelebilmek
için zindelik kazanmak maksad ve gayesiyle uyurlar. İhtiyâç dolayısıyle yemek
yerler. Ancak zaruret hâlinde konuşurlar. Mecbur kalmadıkça, âdetleri
dilsizlik ve sükûttur. Onları ancak Allah’ın (CC) takdiri konuşturur, Allah’ın (CC)
fiili
konuşturur. Bu dünyâda, onların dillerini Allah (CC) hareket ettirir, konuşturur.
Tıpkı yarın kıyamet günü uzuvlarını
konuşturacağı gibi. Onları, her konuşanı konuşturan azîz ve celil Allah (CC)
konuşturur.
Onları Allah (CC) konuşturur. Tıpkı cansızları konuşturduğu gibi. Allah (CC)
, nutuk -
konuşma sebep ve vasıtalarını onlar için hazırlar. Onlar hemen konuşurlar.
Onları bir işe sevketmeyi murat etti mi, hemen kendilerini o işe hazırlar, insanlara,
hem korku hem de müjde vererek — sırf ileride kendilerine karşı delil - hüccet
olsun diye — ilâhî hükümlerinin tebliğ edilmesini murad edince hemen peygamberleri ve Resulleri
(AS) konuşturur. Peygamberlerle Resuller (CC) vefat edip gittikden sonra da onların
yerine, ilmi ile amil âlimleri ikaame eder. Böylece, peygamberlerden vekâleten,
insanların ıslâhına yarayacak hususlarda bu âlimleri konuşturur, ilâhî
hükümlerini onların diliyle söyletir. Resûlüllah (SAV)
şöyle buyururlar:
— Âlimler peygamberlerin vârisleridir...
EY AHÂLİ! Aziz
ve celîl olan Allah’ın (CC) nimetleri hususunda O’na (CC)
şükrediniz, bütün nimetleri O’ndan
(CC) biliniz. Zira şanı yüce olan Allah (CC) şöyle buyurur:
— Size ulaşan her nimet Allah’tandır
(CC). (Nahl sûresi, âyet: 53).
Ey, Allah’ın
(CC) nimetlerinin içinde yüzüp duranlar! Hani sizin şükrünüz? Ey, O’nun (CC)
nimetlerini
O’ndan (CC) bilmeyip O’nun (CC) başkasından bilenler? Siz, kâh olur, O’nun (CC)
nimetlerini
başkasından bilirsiniz Kâh olur, sırf kendinizden bilir, onlara kendi gücünüzle
nail olduğunuzu sanarak aslında hiç de sahip bulunmadığınız birtakım güçlerin
kendinizde varolduğunu zannedersiniz. Yine zaman olur, o nimetleri Allah’a
(CC) karşı günah istemekde yardımcı olarak kullanırsınız...
EY OĞUL! Halvet
- yalnızlık anlarında öyle bir takvaya İhtiyâcın var ve öyle bir takvaya sâhib
olmalısın ki, seni günâhlardan ve günâha sürükleyecek kaymalardan alıkoysun.
Yine öyle bir murakabeye ihtiyâcın var ve öyle bir murakabeye sâhib olmalısın
ki, Aziz ve celîl olan Allah’ın (CC) dâima seni görmekte olduğunu sana hatırlatsın, işte
sen, halvet - yalnızlık anlarında böyle olmağa muhtaçsın, mecbursun. Bundan
başka; nefs, hevâ ve şeytan ile savaşmağa da muhtaçsın, mecbursun. Büyük
insanları yıkıp mahveden; ufak hatâlar, sürçmeler ve kaymalardır. Zâhidleri
mahveden, nefsânî - hevâî ihtiraslardır. Erenlerini mahveden, halvet -
yalnızlık anlarındaki kötü hatıra gelen kötü fikirlerdir. Sıddîkleri mahveden,
bir anlık kötülüklerdir. Onların bütün meşgaleleri, kalplerini uygunsuz düşüncelerden
korumak, muhafaza, etmekdir. Zîrâ onlar, hükümdarın kapısında uyumaktadırlar.
Onlar, hakka da’vet mevkiinde bulunan kişilerdir. İnsanları, Azîz ve Celîl olan
Allah’ı (CC) tanımağa da’vet ederler. Gönülleri hakka da’vet etmekden bir an bile
geri durmazlar. Allah’a (CC) itaat etmekle mükellef bulunan mahlûkatı O’na (CC)
da’vet
ederek derler ki:
— Ey kalbler, ey ruhlar, ey insanlar, ey cinler, ey, muradı Allah
(CC)
olanlar! Allah’ın (CC) kapısına geliniz! Kalb ayaklarınızla Allah’a (CC)
koşunuz. Takva
ve tevhid ayaklarınızla Allah’a (CC) koşunuz. Ma’rifet ve yüksek derecedeki
takvanızla Allah’a (CC) koşunuz, Dünyâdaki zühdünüzle Allah’a (CC)
koşunuz. Âhiretteki zühdünüzle
Allah’a (CC) koşunuz. Allah’dan (CC) başkasından alâkanızı kesmiş olma zühdü ile Allah’a
(CC) koşunuz...
İşte tasavvuf
erbabının meşgalesi budur. Hak Erenlerinin meşgalesi budur. Onların bütün
düşüncesi halkın ıslâhıdır. Onların bu husûsdaki himmet ve gayreti, Arş-ı A’lâdan
taaa yeryüzüne kadar bütün yere-göğe şâmildir...
EY OĞUL! Nefsi
ve hevâyı kendinden defet. Nefsânî - hevâi duygulardan sıyrıl. Tasavvuf
erbabının ayakları altında bir zemin (yer), avuçları içinde de bir toprak ol.
Aziz ve Celîl olan Allah (CC) ; ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Nitekim
İbrahim (AS)'ı, küfür üzere ölmüş ebeveyninden vücûda getirmiştir.
Mümin, hayât sahibidir, diridir. Kâfir ise ölüdür. Tevhîd erbabı (muvahhid),
hayât sahibidir, diridir. Müşrik (putperest, Allah’a cc. eş - ortak tanıyan) ise
ölüdür. İşte bunun içindir ki, rivayet edilen bir kelâmında, Aziz ve Celil
olan Allah (CC) şöyle buyurur:
— Benim mahlûkatımdan ilk ölen iblistir.
Bu kelâmı ile,
sânı yüce olan Allah (CC) şöyle buyurmuş oluyor:
— İblis, Bana isyân etti. Neticede günahkârlıkla öldü.
Bu zaman,
âhirzamandır. Nifak çarşısı açılmıştır, yalan çarşısı açılmıştır. Ey ahâlî;
münafık, yalancı, deccal,... kişilerle oturmayınız! Yazık sana ki, nefsin
münâfıkdır, yalancıdır, kâfirdir, fâcirdir, müşrikdir. Böyle olduğu halde sen
onunla nasıl oturuyorsun? Ona muhalefet et, asla muvafakat etme. Onu bağla,
asla salıverme. Onu hapset, zindana at. Kendisine, ancak zarurî olan haklarını
ver. Fazla verme. Onu mücâhedelerle kahret, itaat altına al!...
Hevâya gelince,
onun da sırtına bin. Onu asla başıboş bırakma. Eğer böyle yaparsan bil ki o
sana biner. Mîzâç - tabiat ile asla sohbetdâş olma. Zîrâ o, henüz aklı olmayan bir
tıfıldır. Düşün bir kerre, henüz aklı gelişmemiş bir sâbîden herhangi bir şeyi
nasıl öğrenebilir, onun söylediğini nasıl kabul edebilirsin?...
Şeytan ise senin
de, baban Adem (AS)'ın da düşmanıdır. Öyleyse onunla nasıl oturur, onun
söylediklerini nasıl kabul edersin? Seninle onun arasında bir kan da’vâsı
vardır, eski bir düşmanlık vardır. Ondan asla emin olma. Zira hiç şüphe yok ki,
O, senin babanın da ananın da kaatilidir. Baban Âdem ile, anan Havva’ya günah
işlettiren odur. Fırsat bulduğu an, tıpkı onları katlettiği gibi, hiç şüphesiz
seni de katledecekdir...
Takvayı kendine
silâh edin! Silâhın takva olsun. Aziz ve Celil olan Allah (CC) için tevhîd, yine
O’nun (CC) için murakabe, halvet - yalnızlık anlarında yüksek dererede takva, sıdk
ve yalnız Allah’dan (CC) yardım bekleme duygun da askerin olsun, ordun olsun! İşte
silâh, işte ordu... Tasavvuf erbabı ve hak erenleri o kimselerdir ki, bu
silâhlarla ve bu ordu ile, şeytanı hezimete uğratmışlar, belini bükmüşler ve
askerini perişan etmişlerdir. Hâl böyle iken, şeytanı sen nasıl hezimete
uğratmıyasın ki, Hak, seninle birliktedir...
EY OĞUL! Dünya
ile âhıreti bir araya getir. Her ikisini de aynı bir yere koy. Kalbin dünyâ ve
âhiret düşüncesinden arınmış olarak ve çırılçıplak bir şekilde, Aziz ve Celîl
olan Mevlân (CC) ile tek başına ol. Mâsivâdan yâni Allah’dan (CC)
başka her şeyden
arınmadıkça O’na (CC) yönelme. Halka bağlanıp kalarak Hak’dan (CC)
ayrı kalma. Bütün bu
sebepleri kopar, at. Allah’a (CC) giden yoldaki engelleri birer birer bertaraf et...
Bütün bunları
yaptıkdan sonra, dünyâ ile âhıreti bırakdığın yere var. Dünyâyı nefsine ver. Ahireti
kalbine koy. Mevlâ’yı da (CC) Özünde tut...
EY OĞUL! Nefs ile
birlikde olma. Heva ile de birlikde olma. Dünya ile de birlikde olma. Ahiretle
de birlikde olma. Aziz ve Celîl olan Allah’dan (CC) başka hiç bir şeye tâbi olma.
İşte böyle yaptığın an, ebediyyen yokolmayan bir hazineye kavuşmuş olursun, işte
bu takdirde Azîz ve Celil olan Allah’dan (CC) sana hidâyet gelir. Hem öyle bir
hidâyet ki, ondan sonra bir daha dalâlete düşmek yoktur...
Öyleyse hemen günahlarına
tevbe et, bir daha işlememeğe azmeyle. Onlardan sıyrıl. Seri adımlarla, Azîz ve
Celîl olan Mevlâna (CC) koş. Tevbe ettiğin zaman, hem zahirin hem de bâtının tevbe
etmiş olsun. Tevbe, Allah indinde makbul kul olmanın temelidir. Hâlis bir tevbe
ile ve Allah’dan (CC) hakîkaten haya etmek suretiyle, üzerindeki günah elbisesini
çıkar, at. Tevbe, şeriatın emrettiği amelleri işlemek sûretiyle uzuvlar
temizlendikten sonra kalb ile yapılacak bir ameldir. Tevbe, kalbin
amellerindendir. Yâni önce dînin emrettiği bütün ameller işlenir ve işlenmekte
devam edilir. Böylece, kişinin a’zâsı bu amellerle temizlenmiş olur. Bu arada
kalb de günahlardan tevbe eder. Yâni, gerçekte tevbe, kalbin amellerindendir.
Kalıba, yâni bedene mahsus birtakım ameller vardır. Kalbe mahsus da birtakım
ameller vardır. Kalb, sebepler sahrasını aştığı ve fâni varlıklara bağlanıp
güvenmekten sıyrıldığı an tevekkül deryasına dalmış olur, ma’rifetullah
deryasına dalmış olur, Allah’ı (CC) bilme ve tanıma deryasına dalmış olur. Artık
sebepleri terkeder, müsebbibi (Allah’ı cc.) arar. İşte, kişi; tevekkül, ma’rifetullah
ve Allah’ı (CC) bilme ve tanıma deryalarına daldığı zaman bu noktada şöyle der:
— O (Allah cc.) ki beni yaratan ve bana hidâyet verendir. (Şuarâ sûresi, âyet: 78).
Sânı yüce olan
Allah (CC) , tevekkül ve ma’rifetullah deryasına dalmış olan bu kişiyi, bir sahilden
diğer bir sahile, bir yerden diğer bir yere iletir. Ta ki bu kul, dosdoğru
giden bir cadde üzerinde duruncaya kadar. Kişi, her ne zaman ki Rabbını
(CC)
zikrederse O’nun (CC) geniş ve düz caddesi kendisine açılır, pürüzler bertaraf
olur...
Aziz ve Celîl
olan Allah’ı (CC) arayan kişinin kalbi mesafeleri kateder, her şeyi geride bırakır.
Bazen yolda helak otmakdan korktuğu anlar olursa da, bu takdirde, îmânı hemen
imdada yetişir, kendisine cesaret verir, rahatlık verir, Böylece, yalnızlığın
ve korkunun getirmiş olduğu sıkıntı yok olur. Onun yerini, Allah (CC) ile olan
ünsiyetin nuru ve yine Allah’a olan yakınlığın sebep olduğu ferahlık alır...
EY OĞUL! Sana
herhangi bir dert geldiği zaman, onu sabır eliyle karşıla ve devası gelinceye
kadar sakin ol. Deva gelince onu da şükür eliyle karşıla. Bu hâle geldiğin
zaman, peşinen ebedi zevkli - safalı bir hayâtta olursun...
Cehennem korkusu
müminlerin ciğerlerini parçalar, benizlerini sarartır, gönüllerini mahzun eder.
Kendilerinde bu haller meydana gelince, Azîz ve Celil olan Allah (CC)
onların
kalbine rahmet ve lûtfunun suyunu akıtır. Kendilerine âhiret kapısını açar. Onlar
da bu kapıdan âhıretin emin yerlerini bizzat görürler. Âhıretin emin yerlerini
bizzat görerek sükûnet buldukları, mutmain oklukları ve biraz feraha kavuştukları
an, şanı yüce olan Allah (CC) onlar için Celâl kapısını aralar. Bu sefer de
gönülleri pârelenir, özleri pârelenir, kendilerini öncekinden daha da şiddetli
bir korku sarar. Bu merhale de tahakkuk edince, bu sefer Allah (CC) onlar için Cemâl
kapısını aralar, işte bu anda artık iyice sükûnete kavuşurlar, mutmain olurlar,
uyanırlar ve makam ve mevkiler edinirler. Bu makam ve mevkiler, derece
derecedir, tabaka tabakadır...
EY OĞUL!
Dünyâdaki himmet ve gayretin; yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, güzel ve rahat
evlerde oturmak ve mal - mülk servet toplamakdan ibaret olmasın. Bütün bunlar
nefsin işidir, nefsin ve tab’ın rağbet ettiği şeylerdir. Öyleyse kalbe mahsus
himmet ve gayret nedir? Kalb ve öz-sır, neye rağbet etmelidir? Onun himmet ve
gayreti, Azîz ve Celil olan Allah’ı (CC) aramakdır. Kalbin rağbet edeceği yegâne şey
budur. Senin himmet ve gayretin ve rağbet edeceğin şey, senin için en mühim
olandır, sana ehemmiyet verendir. Senin için en mühim olan ve sana ehemmiyet
veren ise Allah’dır (CC) . Öyleyse senin himmet ve gayretin ve rağbet edeceğin şey de
Azîz ve Celil olan Rabbin ve O’nun (CC) nezdindeki olmalıdır. Dünyânın bir bedeli,
bir karşılığı vardır. Bu, âhirettir. Fânî varlıkların da bir bedeli, bir
karşılığı vardır. O da, Azîz ve Celîl olan Yaratıcı (Allah)dır (CC)
. Her ne zaman
ki, Allah’ın (CC) emirlerine muhalif olan bir fiili bu dünyâda terkeder, işlemezsen,
Allah (CC) onun karşılığını hem de ondan daha hayırlı olarak âhırette yaratır ve
verir.
Sen, ömründen
sâdece bir gün kaldığını farzet ve ecel meleğinin geleceğini düşünerek âhıret
için hazırlan. Dünyâ, tasavvuf ehli ve Hak Erenleri için bir kuvvet kazanma ve
pişip olgunlaşma mahallidir. Âhıret ise ebedî ömür sürme yeridir. Fakat Aziz ve
Celîl olan Allah’dan (CC) kendilerine gayret geldiği an, bu gayret, onlarla dünyâ ve
âhıretin arasına girer. Böylece, gayretin onlarda meydana getirmiş olduğu coşkun
şevk, âhıret makamına kaaim olur. Artık ne dünyâya ihtiyâçları kalır, ne de âhiırete...
EY YALANCI! Sen,
Allah’ı (CC) ancak nimet içinde bulunduğun zamanlar seversin. Belâ-musibet geldiği
an ise, sanki Allah (CC) senin dostun değilmiş gibi kaçarsın. Kişinin ne olduğu,
imtihan sırasında ortaya çıkar. Eğer Azîz ve Celîl olan Allah’dan (CC)
belâlar-musibetler
geldiği an daha önceki hâlinde sabit kalabiliyorsan işte bu takdirde sen O’nu
(CC) seviyorsun demekdir. Yok, eğer musibetler gelmeğe başlayınca sende değişiklik
oluyorsa yalanın ortaya çıkmış olur, daha önce kendinde varolduğunu iddia
ettiğin Allah (CC) sevgisinin gerçekte varolmadığı anlaşılır ve o beyânın yıkılır
gider...
Bir defasında
Resûlüllah (SAV)'e bir adam geldi ve:
— Yâ Resûlellah (SAV), ben seni seviyorum!
Dedi. Allah (CC)
Resulü (SAV) de ona şu cevâbı verdi:
— Öyleyse sıkıntılar için bir bürgü-elbise hazırla!..
Yine bir
defasında Resûlüllah (SAV)'e bir başka adam geldi ve:
— Yâ Resûlellah (CC) , ben Allah’ı (CC)
seviyorum!
Dedi. Allah (CC)
Resulü (SAV) de ona cevaben şöyle buyurdu:
— Öyleyse belâlar için bir bürgü-elbise edin!...
Allah’ın (CC)
ve
Resulünün (SAV) muhabbet ve sevgisi, sıkıntı ve belâlara yakın olarak bulunur.
Allah’ı (CC) ve Resulünü (SAV) sevdiğini iddia eden birisi, bu sevginin yanında sıkıntı,
musibet ve belâların bulunduğunu peşinen bilmeli ve bir gün olup bunlara
ma’ruz kalabileceğini hatırından çıkarmamalıdır. İşte Allah’ın (CC)
ve Resulünün
(SAV) muhabbet ve sevgisi sıkıntı ve belâlara yakın olarak bulunduğu içindir ki,
sâlihlerden biri şöyle demiştir:
— Belâlar velîlere musallat edilmiştir. Tâ ki, her aklına gelen,
Allah’a (CC) yakınlık iddiasında bulunmasın. Eğer böyle olmasaydı, herkes
Allah’ı (CC) sevdiğini söyler, evliyalık iddiasında bulunurdu...
Demek ki
belâlara, musibetlere, sıkıntılara,... tahammül edip gönül rızasıyla sebat
göstermek, Allah (CC) sevgisinin bîr emâresidir...
Rabbena Âtinâ
fiddünyâ haseneten ve fil’âhıreti haseneten vekınâ azâbennâr.
— Ey Rabbımız (CC) , bize dünyâda iyilik ver. Âhirette de iyilik ver,
Bizi cehennem azabından koru!..
Kaynak:
Fethurrabbani, Vel Feyzurrahmani
İbrâhim (AS'ın başından
geçen bu ateşe atılma hâdisesi, evveliyatı da dâhil olmak üzere aşağı - yukarı
bütün safhaları ile Kur’anda anlatılmaktadır. Biz, bir münâsebetle bu hâdiseyi,
GAFLETTEN KURTULUŞ İsimli eserde anlatmıştık. Okuyucularımızın meseleyi daha
iyi kavramalarına yardımcı -olacağı mülahazasıyle, açıklamayı aynen buraya
alıyorum. (Bakınız: Gafletlen Kurtuluş. Cilt: I. Sayfa: 64,65,66)
Yaman Arıkan
İbrahim
(AS'ın kavmi yıldızlara bakarak kâhinlik yapmakta, şahısların hayâlinde
ve bedeninde vuku bulun değişiklikler üzerine yıldızlardan hüküm çıkarmaktadırlar.
İbrahim aleyhisselam, onların bu hareketlerinin batıllığını, hiç unutamayacakları
bir şekilde kendilerine anlatmak ister. Bir bayram münâsebetiyle, kendisinin de
onlarla birlikte bayram yerine gelmesini isteyen kavminin ileri gelenlerine bu
acı dersi verir. Yıldızlara bir nazar
atfeder ve, “Ben hastayım, gelemiyeceğim!” der.
—
Derken, yıldızlara bir bakış baktı ve, “Ben gerçekten hastayım!” dedi. (Sâffât sûresi, âyet: 88,89).
Onlar,
İbrahim (AS)'ın hasta olmadığını ve yıldızlara böyle bir bakışla bunun
anlaşılamayacağını da iyi bilmektedirler. Fakat aynı hareketleri, sanki
sahiymişçesine kendileri de yapmakta oldukları için ona bir şey de diyemezler.
Kendi yaptıkları ile tuzağa düştüklerini görünce, işi bozuntuya vermemek için,
İbrahim’i (AS) orada yalnız bırakarak hemen uzaklaşırlar.
— O
vakit ona arkalarını dönüp uzaklaştılar. (Saffât sûresi, âyet:90).
İbrahim
(AS) onlara şimdi ikinci dersi verecekdir. Kendi elleriyle yapmış
oldukları putlara tapan kavmi, bayram ve eğlence yerlerine giderken, tapdıkları
bu putların önlerine yiyecekler koymakta, dönüşlerinde de onları yine kendileri
yemektedirler. Kendisini bayram yerine da’vet edenler çekip gittikten sonra,
İbrahim (AS) onların puthânesine girerek putları kırar. Hadisenin bu
safhası son derece ibretlidir. Şimdi, bu kısmı yine Kur’ândan ta’kib edelim.
Bunun üzerine o da onların putlarına vurarak
dedi ki:
—
Hani yemiyor musunuz? N’oluyor size ki, konuşmuyorsunuz da!..
Nihayet
gizlice onları sağ eliyle bir vurup kırdı. Derken, kavmi koşarak onun ününe
çıktı. İbrahim (AS)
dedi ki:
—
Kendi elinizle yonttuklarınıza mı ibâdet ediyorsunuz? Oysa sizi de,
yapdıklarınızı da yaratan Allah’tır (CC). Kavmi dedi:
—
Onun için bir bina yaparak onu ateşe atın.
Böylece,
ona bir tuzak kurmayı murat ettiler. Fakat biz de onları alçaltıverdik. (Sâffât sûresi, âyet:91-98).
Puthaneye
giren İbrahim aleyhisselam, orada mevcut putların hepsini bir balta İle kırar.
Yalnız en büyük puta dokunmaz ve baltayı da onun omuzuna asarak çıkar, gider.
Dışarıda, koşarak kendisine yâni puthâneye doğru giden kavmi ile karşılaşır. Hemen
içeri dalan putperestler büyük puttan başka bütün putların kırıldığını ve onun
boynunda da bir baltanın asılmakta olduğunu dehşetle görürler. Peygamber
İbrâhim aleyhisselâm, onlara, putlara tapınmanın sak’im bir gidiş olduğunu daha
önceleri sözle anlatmaya çalışmış, fakat dinletememiştir. Şimdi hu hareketiyle,
onlara, putların hiç bir şeye muktedir olamayacaklarını kendi ağızlarıyla ikrâr
ettirecektir. Onun için kavminin, putları kimin kırdığını sorması karşısında,
“Ben kırdım…”, demiyecek, “Putların büyüğüne surun. Belki o yapmıştır.”
cevabını verecektir. Hâdisenin bu safhasını da yine Kur’ândan dinleyelim:
O
zaman İbrahim (AS), babasına ve kavmine:
—
Sizin tapdığınız hu heykeller de nedir? demişti. Onlar da:
— Biz, atalarımızı
onlara tapar dulduk!... dediler.
İbrahim dedi:
—
Yemin olsun ki, siz de, atalarınız da mutlak ve açık bir dalâlet içindesiniz!
Onlar
dediler:
—
Sen bize hakkı mı getirdin? Yoksa sen şakacılardan mısın?
İbrahim
dedi:
— Bilakis, sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin de
Rabbıdır ki, onları O (CC) yaratmıştır. Ve, ben de buna yakınen şehâdet
edenlerdenim. Allah’a (CC) yeminle söylerim ki, siz dönüp gittikden sonra ben,
putlarınıza mutlaka bir oyun yapacağım... Derken, o, onları parça parça etti.
Yalnız, belki ona mürâcaat ederler diye
onların en büyüğüne dokunmadı.
Kavmi
bu durumu görünce dedi:
— Bunu bizim ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak ki
o, zâlimlerdendir.
Dediler:
— Kendisine İbrahim (AS)
denilen bir genç işittik.
Onlar(putlar)la uğraşıyordu.
Dediler:
— Öyleyse onu halkın huzuruna çıkarın. Belki
onlar şâhidlik yaparlar…
Dediler:
— Ey İbrahim
(AS) , sen mi yaptın bunu bizim
ilâhlarımıza?
İbrahim dedi:
— Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır. O
halde, eğer konuşurlarsa onlara sorun…
Bunun ürerine,
vicdanlarına dönerek,
birbirlerine, “Şüphesiz, zâlimler
sizsiniz, siz!” dediler. Sonra,
yine eski kafalarına
döndürüldüler de:
— Yemin olsun ki, bunların konuşmadığını sen de
bilirsin ey İbrahim (AS)!... dediler.
İbrahim (AS)
de
dedi:
— Öyleyse Allah’ı (AS)
bırakıp da size hiç bir şeyle
ne faydası ve ne de zararı dokunmayacak bu putlara hâlâ tapacak mısınız? Yuh
size de, Allah’ı (AS) bırakıp taptıklarınıza
da. Akıllanmıyacak mısınız siz!...
Dediler:
— Onu yakın.
Böylece, ilahlarımıza yardım
edin. Eğer iş yapanlar iseniz...
Biz
(Allah cc.) de dedik ki:
— Ey
ateş, İbrahim’e (AS)
karşı serin ve selâmet ol!...
Ona
büyle bir oyun yanmak İstediler. Fakat biz de onları daha fazla hüsrana
uğrayanlardan eyledik. (Enbiya
sûresi, âyet: 52-70)
www.GAVSULAZAM.de
|