Onun üzerine
Mikâil (AS) ma dedim ki: «İsrafil (AS) nerededir?» dedi ki: «Mektebi talim ve
tertile girdi. Levh-i Mahfuzu safhayı veçhiyle musafaha eyledi. Levh-i Mahfuz’dan
değişmesi mümkün olmayan irade-i ezelî ile mahv ve isbatı kabul eden Rabbani
iradeyi istinsah ediyor. Sonra yazdığı şeyleri «Bu Azîz-her şeye galip olan, Alîm-her şeyi bilen Allah’ın (CC) takdiridir.»[1] Misalinde öğrenimine yeni
başlıyan mahlûkata okuyor. Fakat ilim öğrendiği zamanda muallimi Zülcelâl’den (CC)
haya ettiğinden başını yukarıya kaldıramıyor. Gözü muallimi Celîl’ine (CC)
Bakmaktan mahcup ve kalbi fikirden menedilmiştir. Böylece o «SUR» üfürülünceye
kadar bu halde bulunacaktır. Öyleyse haydi Arş-ı Azam’a soralım ve ondan
hakikati anlayalım ve bize öreteceği ilmi öğrenelim.
Arş-ı Azim
bizim azim ve bahsimizi işitince titremeye başlayıp: «Talep ettiğin ilim için
lisanını depretme, bundan kalbini haberdar etme. Zira bu isteğin gizli bir
şeydir ki kapısı açılmaz. Bir cemâl-i hakikattir ki (sırdır) perdesi
kaldırılmaz. Ve bir sualdir ki cevabı verilmez. Ara yerde ben kim oluyorum ki,
Rabbımın (CC) nerede olduğunu (mekânını)
bileyim. Ben iki harften yani (ol) kelimesinin manasından yaratıldım. Vücud
ve eserim olmadığı halde daha dün var oldum. Dün vücudu yokken bu gün vücut
bulan mahlûk, daima mevrut olan Mabud-u ezelîsini (CC) nasıl bilebilir? Yahut mahdud
bir had, doğmamış ve doğrulmamış olan Zat-ı Celîli (CC) nasıl ihata ve idrak
eder? “O Rahman (kudret ve hakimiyyeti
ile) (CC) arşı istilâ etti.”[2] Ayeti hükmünce Rahmanı
(CC) mutlak istiva ile beni geçti. Yani ben yokken onun istivası vardı. Ve
istilâ ile beni kahrı altına aldı. İstiva olmasaydı ben müstevi olamazdım.
İstilâ vuku bulmasaydı hidayet bulamazdım. İzzeti sübhaniyesine yemin ederim ki
bende istiva etmiş ise de neyle istiva buyurduğunu bilmiyorum. Ben kendisinin
kuluyum. Her kul için niyet ettiği şey meydana gelir. Dur sana hikâyemi haber
vereyim ve şikayetimi söyleyeyim: Uluvv-i İzzet-i İlâhiyyesine ve Kuv-ve-i
kudret-i Semadaniyyesine yemin ederim ki beni yaratınca Ehadiyetinin
denizlerine daldırdı. Bazı kere metâli-i Cemâlinden yüz gösterir. O halde bana
taze hayat verir. Bazı kerede kurb-i nahiyesine yaklaştırır, bu tecellîde de
beni lütfuna alıştırır. Bazı defa da izzetinin hicabı altında gizlenir, beni
vahşete düşürür. Bazı kere de lütfunun münacaatıyla beni sevindirir. Bazı kere
de kâse-i vaslını sunup beni sarhoşlandırır. Bu neşve-i feyzin verdiği
cesaretle ( erinî ) hitabıyla
cemâlinin tecellîsini istedikçe bana lisanı hal ile ( len terânî ) der. O zaman ilâhî
heybetinin korkusundan eririm ve azametinin tecellîsinden Musa (AS) gibi yere
kapanırım. Bu aşk sarhoşluğundan ayıldığım zaman şevk ve muhabbet ateşiyle
yanmak derecesine gelirim. Bana gayip âleminden şöyle nida olundu ki: «Ey âşık,
tecellîsini istediğin nur bir cemâldir ki bir örtü ve kibriyamız altında muhafaza
eyledik. Bir hasendir ki biz onu gizledik. Bir hazinedir ki biz onu gizli
kıldık. Onun tecellîyatına ancak bizim terbiye ettiğimiz Habib-i Kerim (SAV),
ve seçerek hazinemizde sakladığımız yetim takat getirebilir. Binaenaleyh “Her türlü noksanlıktan münezzeh olan o Allah’tır
ki (CC), kulunu gece Mescid-i Haram’dan o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksa’ya kadar götürdü.”[3] Ayeti celîlesini işittiğinde
himmetinin eteğine yaklaşmak ve İzzet-i Sübhaniyemize uruç edeceği yol üzerinde
bekle. Umulur ki sen Cemâlimizi müşahede edecek zatı görürsün. Ve bizden başka
birine bakmayan Habîbimin (SAV) müşahedesine nail olasın.»
Cibrîl-i Emin (AS)
lisan-ı Arşdan beyan eylediği kıssayı tamamladıktan sonra: «Ya Seyyidel Evvelîne
vel Âhirîn (SAV)! Arş-ı Âzam sana bu derece âşık ve müştak iken Cebrail (AS) huzuru
saadetinde nasıl hizmetkârlık yapmasın?»
Rasûlüllah (SAV)
Efendimiz birinci binit olan Buraka bindikleri halde Beyt-i Mukaddese vardı.
İki rekât namaz kılmak için mihraba geçip, orada toplanan Rasüllerin (AS) ruhlarına
imam oldu.
Bu eşsiz halden
sonra Cibrîl-i Emin (AS) ikinci biniti takdim eyledi ki, dünya semasına olan miracı
nuranî idi. Sonra yedinci semaya kadar uruç için üçüncü biniti takdim etti ki
oda meleklerin kanadıydı. Oradan da Sidretül Müntaha’ya yükselmeleri için
Cibrîl-i Emîn (AS) kendi kanadını arzetti.
İlâhî nuru
mübin olan (SAV) Efendimiz Sidretül Münteha’ya ulaşınca Cebrail (AS) orada
durdu. Rasûl-i Kibriya (SAV) Efendimiz: «Ey Cebrail (AS), bu gece biz sizin
misafiriniziz. Ziyafet veren kimseye misafirinden ayrılmak yakışır mı?» buyurdu.
Cebrail (AS): «Ey Allah’ın (CC) Rasûlü (SAV), Sen kerim olan misafir, kadim
olan davetlisin. Sen yürüdüğün vakit nur hicaplarını yarar ileri geçersin. Ben
buradan bir parmak miktarı ileri gidecek olursam ilâhî esrarın nuruna ve Tecellîyi
Sübhanî’ye takat getiremeyerek yanarım.» dedikten sonra Hz. Peygamber’i (SAV) nur
içine öyle bir daldırdı ki, nurdan yetmiş perde birden yanarak zahir oldu. Bundan
sonra Cebrail (AS) beşinci biniti takdim etti ki, o da yeşil nurdan olan Refref
idi. Rasûlüllah (SAV) Arşa ulaşıncaya kadar ona bindi. Arş-ı Âlâ Rasûl-i
Kibriya’nın (SAV) eteğinden tuttu ve lisanı hal ile: «Ya Seyyidel Evvelîne vel Âhirîn
(SAV)! Bu geceni tekrar tekrar tebrik ederim. Müştakın olan Hakk Celle bazı kere
Seni şefkat Refrefine bindirip dolaştırır. Bazı kere de Sana Ehadiyyetinin
Celâlini gösterir ve bazen de Samadaniyyetinin Cemâliyle tecellî buyurur. Ben
ise Halikımın (CC) Cemâl ve Kemâli için iştiyak içindeyim. Nerede bulup
göreceğim hususunda hayretteyim. Barigâh-ı İzzetine hangi cihetten gideceğimi
bilemem. Beni mahlûkatı ilâhiyyesinin en büyüğü olarak yarattı. Hâlbuki heybeti
İlâhiyyesinden en çok korkan havf-i haşyet-i Celâlinden en ziyade titreyen
benim. O gün ki beni yarattı; Celâlinin azametinden titredim. Hilkatimin üzerine
( Lâ ilâhe İllallah )
Tevhidini yazınca ilâhî saltanatının heybet ve kemâlinden daha ziyade titredim.
Onun yanı başına ( Muhammedün Rasûlüllah ) kelimesini yazdı. Izdırabım
sükun buldu. İsmi Celîlin hakikatte sırrıma surur vesilesi oldu. Kalbime
itminan verdi, bu surur ve itminan, ismi şerifin üzerime yazılınca bu bereket
vuku buldu, ya hüsnü nazarın üzerime vaki olunca ne saadetler meydana
gelecektir?
Ey Muhammed
(SAV)! Sen bütün âlemlere gönderilmiş bir peygamberi ekmelsin. Senden isterim
ki, bu yüce nimetten bana da bir hisse kılasın. Yalan söyleyenlerin bana nisbet
ettikleri ehli gururun aleyhimde söyledikleri şeyden beratıma şehadet edesin. Zira
bir çok halk, hakkımda hatada bulunup bana zulm ettiler ve haktan ayrılıp
dalâlete düştüler. Şöyle zannettiler: Hattı ve sonu olmayan zatı ben sığıştırmışım,
keyfiyyetten münezzeh olan Haliki Sübhanî’yi (CC) ihata etmişim ve heyetden
mukaddes olan Rabbı (CC) ben yüklenmişim. Ey Muhammed (SAV)! Zatı Celîli (CC) için
hat bulunmayan ve yüce sıfatları sayılamayan Allah (CC) nasıl bana muhtaç olur?
Nasıl bana yüklenebilir? Ey Muhammed (CC)! O’nun (CC) ismi celîli Rahman,
sıfatı Rahîm, olunca sıfatı zatına, zatı, İlâhî sıfatlarına bitişince bana
nasıl bitişir? Benden nasıl ayrılır? Ne ben O’ndanım (CC), ne O (CC) bendendir.
Fakat ben ilâhî izzetinin yüceliğine, kuvvet ve kudreti sübhaniyesine yemin
ederim ki, bitişmek suretiyle O’na (CC) yakın olmadığım gibi ayrı düşmek
suretiyle de O’ndan (CC) uzak değilim. Beni ilâhî fazl ve minnetiyle yarattı.
Dilerse beni Rabbani adaletiyle mahveder. Ben O’nun (CC) eşsiz hikmetinin
sanatı, kudretinin mahmulüyüm. Amilin ma’mul, hamilin mahmul olması nasıl sahih
olur? Cenab-ı Hakk (CC) şöyle buyurur: “Hakkında
bilgi sahibi olmadığın bîr şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb,
bunların hepsi ondan sorumludur.”[4]»
Onun üzerine
Rasûl-i Ekrem (SAV) Efendimiz lisanı hal ile ona şöyle nida etti: «Ey Arş
kendine gel, seni dinlemeye vaktim yok. Saffetimi bulandırma, yalnızlığımı
ihlâl etme. Bu vakıtta sana cevap vermeye, ne de sözlerini işitmeye vüsatim
var.»
Ondan
sonra (SAV) Efendimiz: «(Hz. Peygamber SAV.
Gördüğü ahvali tam gördü de) göz ne kaydı, ne de aştı.»[5] ayeti hükmünce hakikat
gözünün bakışıyla tekrar dönüp Arşa bakmadı. Kendisine vahy buyrulan ilâhî sırlardan
bir harf bile söylemedi.
www.GAVSULAZAM.de
|