Ey kardeşim, bilesin ki.. Tarikat
telkinindeki sır: Kalblerin birbirine zincirleme irtibatını Resûlüllah’a (SAV)
Efendimize, oradan da Yüce Allah (CC) Hz.leri’ne ulaştırmaktır. Telkinle,
Evliya zincirine girdikten sonra, mürid için en azından hâsıl olan şudur: Bu
zincirin bir titreşimi ile, Velilerin ruhları onun haberini Şeyhinden alır, doğruca
onu Hazret-i Resûle (SAV), oradan da Cenab-ı Allah’a (CC) ulaştırır. Anlatıldığı
yoldan onların Tarikatına bir irtibâtı olmayana bu çeşit bir haber olamaz.
(Tasavvuf talibin iç âlemini ziynetlendirmek için Cenabı Hakk’ın CC. kullarına
bir ihsanıdır.)
Kemâl-i iman ile Hakk-el
yakine eren zâtların sohbetlerine muhabbet ve edeble devam ve ittiba ve rabt-ı
kalb ile onların tecellilerinden istifade ve onların halleri ile hallenme yolu
ile hüsnaya (mutlak güzele) nâil olmak lâzımdır.
Ey kardeş, Rabbani ihsan
sayesinde, hali alatılan büyüklerin irade yoluna girdikten sonra, tam manası
ile kendilerine uyman gerekir. Onların arzusu dışında hareket etmekten sakın.
Böyle yaptığın taktirde,onların kemalâtı ile saadete erersin. Yaşadıkları
halden sana da gelir. (Bu da senin şerefini ve ihfetini artırır.)
Bu yol, en yakın yoldur. En
sağlam, pek muhkem ve açık bir yoldur. Pek tatlı bir meşreptir. Ona ayıp
bulmaya çalışanların bulduğu her ayıptan yana da temizdir. Men lem yezuk lem ya’rif: “Tatmayan bilmez.”
Allah-ü Teâlâ (HZ)leri bize, Bu
yolun katıksız, ilimlerdeki sırlara ait nurların mührü vurulu mânâ şarabından Ayeti Kerimelerindeki müjdesi
ile içirsin. (AMİN)
TASAVVUF, İslâm’ın ilk dönemlerinde
tasavvuf terimi bulunmamakla birlikte bizzat Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz
ölçülü bir zühd hayatı yaşamış, çevresindekileri de bu hayata özendirmiştir.
İmam-ı Ali (KV) Hz.leri Hz. Peygamber (SAV) Efendimizin arpa ekmeğiyle karnını
doyurmadan bu dünyadan göçtüğünü söyler.
Esasen dünyanın geçiciliği
asıl ve ebedi hayatın ölüm sonrasında başlayacağı şeklindeki İslâmi inancın
mantıkî sonucu olarak bu hayatın fâni hazlarının ihtiyaçtan fazlasına önem
vermek anlamsızdı.
Kur'ân-ı Kerim İslâm
mücahidlerine fetihler sayesinde pek çok ganimet elde edeceklerini
bildirmekteyse de,
Allah (CC) Hz.leri nezdinde (âhirette) daha çok ganimet bulunduğunu
hatırlatmaktadır.
Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (SAV)
Efendimizin, inanan ve hayırlı işler “a’mâl-i
sâliha” yapanların âhirette nâil olacakları mutluluk, kötülük işleyenlerin
uğrayacakları bedbahtlık hakkındaki açıklamaları, müslümanlarda duyarlı bir
dini ve ahlâki şuurun gelişmesine yol açtı.
Bununla birlikte Resulullah (SAV)
Efendimizin irtihalinden sonra Sahâbe (RA) ve Emevîler dönemlerinde baş
gösteren iç savaşlar, siyasi gruplar arasındaki çekişmeler, bazı yöneticilerin
haksız tasarrufları, Asr-ı saâdet’teki
takvâ, zühd, tevekkül, kanaatkârlık, fedakârlık gibi ahlâki erdemlere dayalı
hayat anlayışının yerini servet, debdebe ve gösteriş tutkularının alması gibi
olumsuz gelişmeler, başta Ebü Zer el-Gifâri (RA), Ebû Musâ el-Eş’arî (RA),
Abdullah b. Mes’ud (RA),Selmân-ı Fârisî (RA), Huzeyfe b. Yemân (RA) ve Ebü’d-Derdâ
(RA) gibi sahâbiler olmak üzere, zâhidâne bir ahlâka eğilimli olanlar arasında
ciddi hoşnutsuzluklara yol açtı.
İbn Haldûn zühde yönelmek,
halktan uzak durmak ve ibadete ağırlık vermekle tanınan bu insanların II.
yüzyıldan itibaren süfiyye ve mutasavvife diye anılmaya başladığını söylüyorsa
da, II. yüzyıl sonlarından
önce bu tabirlerin henüz kullanılmadığı bilinmektedir. Zühd kelimesi ise “dünyadan yüz çevirme” anlamında ve
belli bir kesimin hayat üslübunu ifade etmek üzere ilk defa Hasan-ı Basrî (RA)
Hz.leri tarafından kullanıldı. Bu sebeple genellikle
Hasan-ı Basrî (RA) Hz.leri tasavvufun ilk kurucusu sayılır.
Nitekim mevcut yönetimden,
ahlâki ve içtimaî durumdan memnun olmayan bu zâhidler onun çevresinde
toplanmışlar, bunlara “zühd ve
takvâlarından dolayı halktan ayrılanlar, makam ve servet gibi dünyevi ikballer
karşısında zühdü seçenler” anlamında mu’tezile
denilmiştir. Yalnız kelâmi mezhep olarak ortaya çıkan Mu’tezile ile karıştırılmamalıdır. Bunlar zühhâd, ubbâd, bekkâîn
gibi değişik zümreler oluşturdular.
Tasavvuf terimiyse muhtemelen
II. yüzyıl sonlarında veya III. yüzyıl başında ortaya çıktı.
Bundan sonraki gelişmeler
genellikle iki koldan olmuştur. Bir kol dini ve ahlâki hükümleri tam bir
bağlılıkla benimserken başka bir kol, bütün ahlâk kurallarını aşmadıkça, başka
bir deyişle iyi ve kötü ikiliğini ortadan kaldırmadıkça tam tevhide
ulaşılamayacağını ve gerçek süfi olunamayacağını ileri sürmüştür.
Genellikle “Sünnî tasavvuf” diye adlandırılan ilk
anlayışta olanlar Hz. Peygamber (SAV) Efendimizi en yüksek ahlâk örneği sayar
ve onun ahlâkını en titiz bir şekilde uygulayanların sufiler olduğunu
belirtirler.
Ayrıca Sünnî tasavvuf
kaynaklarında başta Hulefâ-i Râşidîn (RA) olmak üzere, çoğu ehl-i Suffe’den (RA)
olan birçok sahâbî zühd ve tasavvuf yolunun öncüleri olarak gösterilir.
Abdullah b. Mübârek’in Kitâbü’z Zühd’ü, Muhâsibinin er-Ri’âye
lihukûkıllâh’ı, Kelâbâzinin et-Ta’arruf
limezhebi ehli't-tasavvuf'u, Ebû Tâlib el-Mekki’nin Kütül-kulûb’u, Serrâc’ın el-Lüma’ı,
Kuşeyrî’nin er-Risâle’si, Hücviri’nin
Keşfü’l-mahcûb’u, Gazzâli’nin İhyâ’ı, Sühreverdi’nin Avârifü’l-ma’ârif'i gibi büyük ölçüde
Ehl-i sünnet çizgisini takip eden eserlerde bir yandan kalbin amelleri “a'mâlü’I-kalb” denilen takvâ, vera,
Niyet, ihlâs gibi dini ahlâki erdemlerin önemi üzerinde israrla durulmuştur.
Bu erdemleri ihmal ettikleri
gerekçesiyle fukaha ve kelâmcılar gibi “zâhir
âlimleri” şiddetle eleştirilmiş, diğer yandan tasavvuf, dervişlik, melâmet
gibi kisveler altında din ve ahlâk kanunlarıyla bunların uygulamalarını (a’mâl-i
cevârih) hafife alan sözde süfilere de “müstasvife”
ağır tenkitler yöneltilmiştir.
Hemen bütün Sünni
mutasavvıflar, tasavvufi hayatta ibadet ve zikir gibi taabbüdî faaliyetler
kadar ahlâkî faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmişlerdir. Birçok
mutasavvıf, daha tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlâkla ilişkisini
göstermişlerdir. Nitekim Ebü’l-Hasan en-Nüri’ye göre, “tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine
tasavvuf yalnızca ahlâktır”.
Aynı sûfi tasavvufun hürriyet,
fütüvvet, dünya gailelerin den sıyrılmak ve cömertlik erdemlerinden ibaret
olduğunu belirtmiştir. Tasavvufu kısaca “hüsnü’l-hulk” veya “el-ahlâku’rrâ-diyye” şeklinde tarif
edenler de olmuştur.
Hasan-ı Basrî (RA) Hz leri
takvâ ehlinin doğru sözlülük, ahde bağlılık, sıla-i rahim, yoksullara merhamet,
gurur ve kibirden arınmışlık,insanlarla iyi geçinme, güzel huy gibi ahlâki
faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir.
Sünnî tasavvuf literatürünün
en gelişmiş örneklerinden olan Sühreverdinin Avârifül-ma’ârif'inde de (S.151.) sûfilerin başlıca ahlâkî
erdemleri tamamen geleneksel İslâm ahlâkı ölçüleri içinde sıralanmıştır.
Bütün büyük sufiler tasavvufun
bir hal ve bir yaşama tarzı olduğunu belirtirler. Buna göre tasavvuf büyük
ölçüde sûfinin mistik tecrübelerinden ibarettir, dolayısıyla hem düşünce hem de
davranış olarak sübjektif bir alandır. Bu durumun ahlâk bakımından önemi, böyle
bir alanda mutlak ve genel geçerliliği olan bir ahlâk ilmi kurmanın güçlüğüdür.
Bu güçlüğün bir sonucu olarak,
Sünni ilkelere son derece bağlı ilk dönem zühd ahlâkından başlamak üzere,
bütünüyle ahlâkın inkârına ve yaygın ahlâk kurallarıyla alay etmeye kadar varan
değişik tasavvufi akımlar doğmuştur. Hatta mutedil bir mutasavvıfın ahlâk
anlayışında bile bazı tutarsızlıklar görülür.
Bu durum, tasavvuf ahlâkıyla
ilgili başlıca kavramların izahından da kolaylıkla anlaşılabilir. Şöyle ki,
bütün mutasavvıflar başlangıçta Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan bir yaklaşımla
zühd, takvâ, fakr, tevekkül, rızâ gibi ilkeleri (makamlar) benimseyerek dünyevî nimet ve
imkânlar karşısında ihtiyatlı bir tavır takınmışlardır.
Hz. Peygamber (SAV) Efendimizin
konuyla ilgili açık tavrına ve uyarılarına rağmen,tevekküldeki “tevessül” ve “tesebbüb”
unsurları kaldırılarak tevekkül “terk”ten ibaret sayıldı. Bu anlayışa göre sûfî
“ânı değerlendiren (ibnü’l-vakt) kişidir: yarın Kaygısı taşıyanın kalbinde
hikmet bulunmaz”.
Hücviri dünya külfetlerine
katlanmayı “tekellüf” ve sebeplere
başvurmayı ahlâka aykırı görür.
Hz. Pir Abdulkâdir-i Geylâni (KSA)
Hz leri de Allah’ın (CC) kendisi için yoksulluğu uygun gördüğü kişinin zengin
olmak istemesini, Allah’ın (CC) tercihinden hoşlanmamak şeklinde
yorumlamaktadır.
Bu şekildeki bir tevekkül
anlayışının sonucu olarak Hücviri şöyle der: “Kısmetini zorlama: çünkü ezeli taksim zorlamakla değişmez”.
Gazzâli’ye (RA) göre fakrın en
yüksek derecesi, kişinin dünya malından nefret ettiği, şerrinden ve
meşguliyetinden kaygılandığı için mal sahibi olmaktan kaçınmasıdır. Gazzâli bu anlayışta
olan kişiyi zâhid saymaktadır. Ancak aynı müellif
tevekkülü, tedbir ve çalışmayı bırakarak “atılmış bir hırka veya hasır üzerinde
bir et yığını” gibi kalmak şeklinde anlayanları da cahillikle suçlamaktadır.
Ayrıca hiçbir büyük mutasavvıf
dilenmeyi veya malından dolayı zengine eğilmeyi hoş karşılamamıştır.
Bazı mutasavvıflar, tevekkül
anlayışlarının bir sonucu olarak, tedaviyi tevekküle aykırı görmüş ve
hastalıklara gönüllü katlanmayı bir fazilet saymışlardır.
Tüsteri de bir kimsenin tedaviyi
bırakmasının, ibadetini daha iyi yapabilmek niyetiyle dahi olsa, tedavi
olmasından daha uygun düşeceğini söylemiştir. Ancak bu rivayetleri aktaran Ebû
Tâlib el-Mekki ve Gazzâlî, böyle bir tavrın yanlışlığına dikkat çekmeyi de
ihmal etmemişlerdir.
Bütün tasavvufi eğilimler, bu
hayatın dışında gördükleri müslümanları zâhir ehli, rüsüm ehli veya avam
saymışlar, farklı ölçülerde de olsa, kendilerine (havas) yabancı ve kötülük
çevresi kabul ettikleri kitlelerden ya tamamen veya belli bir süre, ya da hiç
olmazsa kalben uzak kalmayı (uzlet, inzivâ) tercih etmişlerdir. Nitekim Serrâc,
nefislerini terbiye etmek ve yüksek mertebeler kazanmak gayesiyle dağlara,
mağaralara, kırlara veya çöllere çekilenler olduğunu kaydetmiş ve bunları
eleştirmiştir.
Birçok tasavvufı kaynakta, “Kişi Eshab-ı Kehf’in (RA) Kıtmiri gibi
yaşamadıkça sıddîklar mertebesine ulaşamaz.” dediği rivayet
edilmiştir.
Mâlik b. Dinâr’ın toplumdan
uzaklaşarak Eshab-ı Kehf’in (RA) Kıtmiri gibi tam teslimiyetli bir hayat
yaşamasından hayranlıkla söz edilir. Hücvîrî bile, “Tasavvuf halktan uzak olmaktır.” der.
Özellikle servet ve mevki
sahiplerinden uzak durmak, tasawuf ahlâkının başta gelen kurallarındandır.
Fudayl b. İyâz, devlet adamlarıyla yakınlık kurmaktan kaçınan kişinin gecesini
namazla, gündüzünü oruçla geçiren, hac ve umre yapan, Allah (CC) Hz.leri’nin
yolunda savaşan, bunun yanında devlet ricâliyle de konuşan kişiden daha erdemli
olduğunu söylemiştir.
Şakik-i Belhi ise zenginden
bir şeyler beklemeyi “Allah’tan (CC) başka
tanrılar edinmek”ten farksız görmüştür.
Aynı şekilde, evlenme
konusunda da tasavvufi anlayışlar, değişik ölçülerde de olsa, Peygamber (SAV)
Efendimizin Sünnetinden farklılıklar göstermektedir.
Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz
ilke olarak hıristiyanların ruhbanlık hayatını reddetmiştir. Ayrıca tasavvufun
tamamen inziva hayatı olduğunu düşünmek yanlış olur. Nitekim birçok tasavvufi
kaynakta toplum içinde yaşayarak insanların ıslahı için çaba göstermenin önemi
üzerinde durulmuş, “âdâbü’s-suhbe”, “âdâbü’l-uhuvve” gibi başlıklar altında
sosyal hayatın gerektirdiği ahlâk ve muaşeret kuralları, haklar ve
sorumluluklar işlenmiştir. Hücvîrinin de kaydettiği gibi tasavvufun ileri
gelenlerine göre hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve
çirkin davranışların kaynağı nefistir. Tasavvuf ahlâkında çoğunlukla insanın
mânevi benliğinin yüksek tarafını temsil eden ruh meleğe, nefis ise şeytana
benzetilir. Bu yüzden ahlâki fenalıklar ancak riyâzet ve mücâhedeye koyularak
nefsin kötü eğilimlerini kırmak ve onu kötü huylardan arındırmak suretiyle
önlenebilir.
Gazzâlî (RA): “İnsan
ihtiraslarıyla savaşır, nefsini bunların baskısından korur ve bu suretle
meleklerin ahlâkına benzer huylar kazanırsa kalbi meleklerin evi haline gelir.” demektedir. Hücviri de
nefsin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve ahlâki çabaların en
değerlisi saymıştır.
Tasavvuf ahlâkında nefse karşı
verilmesi öngörülen bu savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlâkî
mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a (CC) yakınlaşmasını önleyen bedeni ve
dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf
ahlâkında hürriyetin büyük bir değeri vardır. Mutasavvıflar, insanın şuurunu
meşgul eden Allah’tan (CC) başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden
hareketle Cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı
görmüşlerdir.
Kuşeyriye göre hürriyet, kulun
üzerinde Allah’tan (CC) başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet
tam kulluktadır.
İbrâhim b. Edhem (RA) ise hürriyeti, ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde
açıklamıştır.
Tasavvufi kaynaklar, büyük süfilerin
böyle bir hürriyete kavuşmak için verdikleri mücadeleleri anlatan hâtıra ve
menkıbelerle doludur.
Esasen tasavvuftaki “fakr makamı” hürriyeti de kapsar.
Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte, hiçbir şeyin insana
sahip olamaması demektir.
Buna göre hürriyet, felsefe ve
kelâmda ele alındığı şekliyle ahlâkın hareket noktası değil gayesidir. Bu
sebeple hürriyet ulaşılması zor bir makamdır. Tasavvufî sülükün başlangıcında
irade varsa da hürriyet yoktur. Mürid, mürşidin delâletiyle sey-rü sülük
sırasında verdiği şiddetli bir mücadele sayesinde dünya ve nefis bağlarından
kurtularak hürriyetini kazanır.
Felsefe teorik, tasavvuf
pratiktir. Bu yüzden filozof akıl ile, sufi irade ile yol alır ve sonunda hem
mârifete hem de hürriyete ulaşır. Şu var ki, tasavvufi anlayışa göre insanın
iradesi daima Allah’ın (CC) iradesine bağımlıdır. Hatta bu açıdan süfinin kendi
iradesinden söz etmesi bile tasavvufi edeple bağdaşmaz. Hücvîri, “Tevhid ehli sözüyle cebrî, ameliyle kaderi
(hürriyetçi) olandır.” derken bu ikilemi anlatmak istemiştir.
Kelâbâzî, bütün
mutasavvıfların insanlara gerçek anlamda fiiller isnat ettiklerini, insanların,
kendi kazançları (iktisab) olan bu fiilleri isteme (irade) ve seçme (ihtiyar)
imkânına sahip oldukları, cebir veya zorlama (istikrah) altında bulunmadıkları
görüşünde birleştiklerini belirtmişse de, bu açıklamayı ihtiyatla
karşılamak gerekir. Zira bu müelliften önce ve sonra birçok mutasavvıfın teorik
olarak kesin bir cebir anlayışını savunduğu bilinmektedir. Gerçekte bu anlayış
tasavvuftaki tevhid ve tevekkül ilkelerinin yorumundan kaynaklanmaktadır.
Kuşeyrinin naklettiğine göre,
Cüneyd-i Bağdâdi (RA) tevhidi “bütün yaratılmışların her türlü davranışlarının
Allah’tan (CC) olduğunu bilmek” şeklinde tarif etmiştir.
Zünnün el-Mısri’ye (RA) göre
tevhid ve tevekkül, öncelikle Allah’tan (CC) başka tanrılar edinmeyi, ikinci
olarak da 0’ndan (CC) başka sebepler göstermeyi imkânsız kılar.
Esasen ilk anlamdaki tevhid,
Herevinin deyimiyle “avamın tevhidi”, ikincisi ise “havassın tevhidi”dir.
Mutasavvıflar, insanın fiillerini
kendisinin yarattığı şeklindeki görüşü dinlemeye bile tahammül edemezler.
Nitekim Kuşeyri’nin bildirdiğine göre Hâris el-Muhâsibi, babası
Kaderiyye’den olduğu için ondan kalan mirası kabul etmemiştir. Cebir
anlayışının ahlâki sorumsuzluğa yol açacağından kaygılanan, hatta bu eğilimde
olanlar bulunduğunu bildiren Sünni mutasavvıflar, Eş’ariyye’nin ılımlı cebir
(cebr-i mutavassıt) anlayışını çıkar yol olarak görmüşlerdir.
Nitekim Gazzâli (RA), İhyâ’ü
Ulûmi’ddîn’in “Tevbe”, “Tevhid ve Tevekkül” bölümlerinde bu kavramların
tasavvufi açıklamalarını yaparken mutlak bir cebre düşmemek için hayli
zorlanmıştır. Nihayet Cebriyye, Mu’tezile ve Eş’ariyye'nin hürriyet konusundaki
görüşlerini, körlerin el yordamıyla tanımaya çalıştıkları fiili tarif
etmelerine benzeten Gazzâlî, irade ve hürriyet (ihtiyar) konusunun “kader sırrı”na
girdiğini, ve ancak mükâşefe ilmine sahip olanların bu problemi aşabileceklerini
belirterek bir bakıma agnostisizme varmıştır.
Gerek tasavvufta hâkim olan
cebir anlayışı, gerekse şeriat ve zâhirin yanında varlığı benimsenen hakikat ve
bâtın anlayışı, hiçbir zaman gerçek süfileri ahlâkî ve dini gevşekliğe sürüklememiş,
aksine bunlar dinin farz kıldıkları yanında gönüllü ibadet ve iyilik yapmaya da
büyük önem vermişlerdir.
Hücvirinin de belirttiği gibi,
bu zümreye göre bir kimsenin malını sayıp dökerek 200 dirheme 5 dirhem
hesabıyla zekât vermesi cömertlik değildir: asıl cömert, elinde ne varsa Allah
(CC) yolunda harcadığı için zekât vermesine gerek kalmayan sûfidir.
Hakikat ve bâtın, gerçek sûfi
için ibadet ve başka iyiliklerde gözetilmesi gereken ahlâkî özdür. Bu sebeple
başlıca tasavvufi kaynaklarda ibadetlerin zâhirî veya fikhî şart ve rükünleri
yanında niyet, ihlâs, huşü, takvâ gibi “a’mâlü’l-kalb”e ve ibadetlerin ahlâk
üzerinde göstermesi beklenen müsbet tesirlere de geniş yer verilmiştir.
Arapça’da “almak” mânasına
gelen ahz kelimesi bir tasavvuf
terimi olarak çeşitli devirlerde farklı anlamlarda kullanılmıştır. İlk sûfiler
benliğinden koparılıp alınmış ve bir cezbeyle kendinden geçerek Allah’a (CC)
ermiş meczuplara me’hûz veya müsteleb, bu hale de ahz diyorlardı.
Görünüş itibariyle deliye
benzeyen bu meczuplar, İlâhi celâl ve azamet karşısında varlıklarından
uzaklaşmış ve dünyadan habersiz hale gelmiş velîlerdir. Ahz, cezbe makamının
sonudur. Kalbe gelen vecd nuru onu latifleştirir: bu halin verdiği haz, sâliki
tefrika halinden alır. Sûfiler, “Kul mecnun sayılmadıkça imanın hakikatine
eremez” hadisiyle me’hûzun kastedildiğini söylerler.
Ahz, Hakk’ın (CC), kulunu
kendine çekmesi (cezb) ve âşıkın varlığını ezelî varlığa (ayn) atmasıdır.
Onun için bu haldeki kimse “gâib”dir;
halkı ve kendini göremez; aldığını Hakk’tan (CC) alır, verdiğini Hakk’a (CC) verir.
Meczubun bu haline ahzu atâ denir.
İstikamet ve temkin makamı olan bu makama ulaşan süfi, Allah’ın (CC) ahlâkı ile
ahlâklanmış olur. Murakabe ehli, ihlâs makamında ve şevk halindeyken kalbine
Allah’tan (CC) başka şeylerin (mâsivâ) gelmesi tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduklarından, kalblerine gelen kötü hâtıraları himmetleriyle
uzaklaştırmadıkları takdirde muaheze edilirler. Buna da ahz (kınama) adı
verilir.
Son dönem mutasavvıfları
tarikata girmeye ahz-ı tarikat, bir şeyhe bağlanmaya ahz-ı yed (el alma), belli
duaları (evrâd. Ahzâb) okuma iznine ahz-ı zikr, bu sayede mârifet ve irfan
sahibi olmaya da ahz-ı feyz demişlerdir.
Gümüşhânevi, bu mânadaki ahzı
hadis öğrenme usulü “ah-z”a benzeterek bir kimsenin tasavvufî bilgileri bu dört
usulden birinden alır:
1. Musâfaha,ve zikir telkini
yoluyla;
2. Kitapları okuyarak rivayet
yoluyla;
3. Okunan kitapları kavrayarak
dirâyet yoluyla;
4. Fiilen hizmet ederek, çile
çekerek ve terbiye görerek) biri veya bir kaçıyla ahzedeceğini söyler.
Bir şeye gönül verme, bağlanma
ve düşmanlık gibi mânalara gelen alâka
(çoğulu alâik) kelimesi, tasavvufta “koparılması öngörülen dünya bağı ,insanları
maddeye ve nefsin arzularına yönelten sebepler” anlamında kullanılmıştır. Bu
bağlar teker teker kesilmedikçe veya tamamen koparılıp atılmadıkça (kat’ı
alâik) tam mânasıyla Allah'a (CC) yönelmek ve vuslata ermek mümkün değildir.
Serrâc, alâkayı “kulu bağlayan ve onu meşgul ederek Allah’tan (CC) lerinden
koparan bağlar” diye tarif etmiştir. Vesâit denilen sebepler insanı Allah’a
(CC) yaklaştırdığı halde alâik insanı 0’ndan (CC) uzaklaştırır.
“Dünya alâkaları” adı
verilen bağlar makam ve mevki hırsı, mal sevgisi, şehvet ve şöhret gibi bencil
duygu ve isteklerdir. Ayrıca eş, evlât, hısım ve soy gibi bağlara “nesebi
alâkalar” denir. “Eşlerinizden ve
çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır: onlardan sakının... Doğrusu
mallarınız ve çocuklarınız sizin için
fitnedir.”
meâlindeki âyetlerde nesebe dayanan bu türlü alâkaların tehlikesine dikkat
çekilmiştir.
www.GAVSULAZAM.de
|