Tasavvuf, İslâm esasları yolu ile, insanın kendini bilmesi, bulması, dolayısıyla Rabbine (CC), erişmesidir. Yani Hakk’ı (CC), hakikatı bilmek, bulmak ve olmaktır.

 

Alemlerin Sultanı (SAV) Efendimizden başlıyarak, Âyet ve Hadislerin işaretlerine uymak suretiyle, Takva ve vera, derecesinde bu işi sıkı tutanlar Hakk’a (CC) giden yolu çizmişler ve ona doğru yürümenin, yol almanın usûlünü göstermişlerdir, yâni vuslata usûl ile imkân sağlamışlardır, taklidi tahkika iletmişlerdir. Hadd-i zâtında iki kelime ile hülâsa edilen bu yola giriş, yâni Tarikata sülûk ediş, kesb-i kemâl ve seyr-i Cemâl içindir.

 

Ey kardeşim, bilesin ki.. Tarikat telkinindeki sır: Kalblerin birbirine zincirleme irtibatını Resûlüllah’a (SAV) Efendimize, oradan da Yüce Allah (CC) Hz.leri’ne ulaştırmaktır. Telkinle, Evliya zincirine girdikten sonra, mürid için en azından hâsıl olan şudur: Bu zincirin bir titreşimi ile, Velilerin ruhları onun haberini Şeyhinden alır, doğruca onu Hazret-i Resûle (SAV), oradan da Cenab-ı Allah’a (CC) ulaştırır. Anlatıldığı yoldan onların Tarikatına bir irtibâtı olmayana bu çeşit bir haber olamaz. (Tasavvuf talibin iç âlemini ziynetlendirmek için Cenabı Hakk’ın CC. kullarına bir ihsanıdır.)

 

Kemâl-i iman ile Hakk-el yakine eren zâtların sohbetlerine muhabbet ve edeble devam ve ittiba ve rabt-ı kalb ile onların tecellilerinden istifade ve onların halleri ile hallenme yolu ile hüsnaya (mutlak güzele) nâil olmak lâzımdır.

 

Ey kardeş, Rabbani ihsan sayesinde, hali alatılan büyüklerin irade yoluna girdikten sonra, tam manası ile kendilerine uyman gerekir. Onların arzusu dışında hareket etmekten sakın. Böyle yaptığın taktirde,onların kemalâtı ile saadete erersin. Yaşadıkları halden sana da gelir. (Bu da senin şerefini ve ihfetini artırır.)

 

Bu yol, en yakın yoldur. En sağlam, pek muhkem ve açık bir yoldur. Pek tatlı bir meşreptir. Ona ayıp bulmaya çalışanların bulduğu her ayıptan yana da temizdir. Men lem yezuk lem ya’rif: “Tatmayan bilmez.”

 

Allah-ü Teâlâ (HZ)leri bize, Bu yolun katıksız, ilimlerdeki sırlara ait nurların mührü vurulu  mânâ şarabından Ayeti Kerimelerindeki müjdesi ile içirsin. (AMİN)

 

TASAVVUF, İslâm’ın ilk dönemlerinde tasavvuf terimi bulunmamakla birlikte bizzat Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz ölçülü bir zühd hayatı yaşamış, çevresindekileri de bu hayata özendirmiştir. İmam-ı Ali (KV) Hz.leri Hz. Peygamber (SAV) Efendimizin arpa ekmeğiyle karnını doyurmadan bu dünyadan göçtüğünü söyler.[1]

 

Esasen dünyanın geçiciliği asıl ve ebedi hayatın ölüm sonrasında başlayacağı şeklindeki İslâmi inancın mantıkî sonucu olarak bu hayatın fâni hazlarının ihtiyaçtan fazlasına önem vermek anlamsızdı.

 

Kur'ân-ı Kerim İslâm mücahidlerine fetihler sayesinde pek çok ganimet elde edeceklerini bildirmekteyse de[2], Allah (CC) Hz.leri nezdinde (âhirette) daha çok ganimet bulunduğunu hatırlatmaktadır.[3]

 

Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (SAV) Efendimizin, inanan ve hayırlı işler “a’mâl-i sâliha” yapanların âhirette nâil olacakları mutluluk, kötülük işleyenlerin uğrayacakları bedbahtlık hakkındaki açıklamaları, müslümanlarda duyarlı bir dini ve ahlâki şuurun gelişmesine yol açtı.

 

Bununla birlikte Resulullah (SAV) Efendimizin irtihalinden sonra Sahâbe (RA) ve Emevîler dönemlerinde baş gösteren iç savaşlar, siyasi gruplar arasındaki çekişmeler, bazı yöneticilerin haksız tasarrufları, Asr-ı saâdet’teki takvâ, zühd, tevekkül, kanaatkârlık, fedakârlık gibi ahlâki erdemlere dayalı hayat anlayışının yerini servet, debdebe ve gösteriş tutkularının alması gibi olumsuz gelişmeler, başta Ebü Zer el-Gifâri (RA), Ebû Musâ el-Eş’arî (RA), Abdullah b. Mes’ud (RA),Selmân-ı Fârisî (RA), Huzeyfe b. Yemân (RA) ve Ebü’d-Derdâ (RA) gibi sahâbiler olmak üzere, zâhidâne bir ahlâka eğilimli olanlar arasında ciddi hoşnutsuzluklara yol açtı.

 

İbn Haldûn zühde yönelmek, halktan uzak durmak ve ibadete ağırlık vermekle tanınan bu insanların II. yüzyıldan itibaren süfiyye ve mutasavvife diye anılmaya başladığını söylüyorsa da[4], II. yüzyıl sonlarından önce bu tabirlerin henüz kullanılmadığı bilinmektedir. Zühd kelimesi ise “dünyadan yüz çevirme” anlamında ve belli bir kesimin hayat üslübunu ifade etmek üzere ilk defa Hasan-ı Basrî (RA) Hz.leri tarafından kullanıldı.[5] Bu sebeple genellikle Hasan-ı Basrî (RA) Hz.leri tasavvufun ilk kurucusu sayılır.

 

Nitekim mevcut yönetimden, ahlâki ve içtimaî durumdan memnun olmayan bu zâhidler onun çevresinde toplanmışlar, bunlara “zühd ve takvâlarından dolayı halktan ayrılanlar, makam ve servet gibi dünyevi ikballer karşısında zühdü seçenler” anlamında mu’tezile denilmiştir. Yalnız kelâmi mezhep olarak ortaya çıkan Mu’tezile ile karıştırılmamalıdır. Bunlar zühhâd, ubbâd, bekkâîn gibi değişik zümreler oluşturdular.

 

Tasavvuf terimiyse muhtemelen II. yüzyıl sonlarında veya III. yüzyıl başında ortaya çıktı.[6]

 

Bundan sonraki gelişmeler genellikle iki koldan olmuştur. Bir kol dini ve ahlâki hükümleri tam bir bağlılıkla benimserken başka bir kol, bütün ahlâk kurallarını aşmadıkça, başka bir deyişle iyi ve kötü ikiliğini ortadan kaldırmadıkça tam tevhide ulaşılamayacağını ve gerçek süfi olunamayacağını ileri sürmüştür.

 

Genellikle “Sünnî tasavvuf” diye adlandırılan ilk anlayışta olanlar Hz. Peygamber (SAV) Efendimizi en yüksek ahlâk örneği sayar ve onun ahlâkını en titiz bir şekilde uygulayanların sufiler olduğunu belirtirler.[7]

 

Ayrıca Sünnî tasavvuf kaynaklarında başta Hulefâ-i Râşidîn (RA) olmak üzere, çoğu ehl-i Suffe’den (RA) olan birçok sahâbî zühd ve tasavvuf yolunun öncüleri olarak gösterilir.

 

Abdullah b. Mübârek’in Kitâbü’z Zühd’ü, Muhâsibinin er-Ri’âye lihukûkıllâh’ı, Kelâbâzinin et-Ta’arruf limezhebi ehli't-tasavvuf'u, Ebû Tâlib el-Mekki’nin Kütül-kulûb’u, Serrâc’ın el-Lüma’ı, Kuşeyrî’nin er-Risâle’si, Hücviri’nin Keşfü’l-mahcûb’u, Gazzâli’nin İhyâ’ı, Sühreverdi’nin Avârifü’l-ma’ârif'i gibi büyük ölçüde Ehl-i sünnet çizgisini takip eden eserlerde bir yandan kalbin amelleri “a'mâlü’I-kalb” denilen takvâ, vera, Niyet, ihlâs gibi dini ahlâki erdemlerin önemi üzerinde israrla durulmuştur.

 

Bu erdemleri ihmal ettikleri gerekçesiyle fukaha ve kelâmcılar gibi “zâhir âlimleri” şiddetle eleştirilmiş, diğer yandan tasavvuf, dervişlik, melâmet gibi kisveler altında din ve ahlâk kanunlarıyla bunların uygulamalarını (a’mâl-i cevârih) hafife alan sözde süfilere de “müstasvife” ağır tenkitler yöneltilmiştir.

 

Hemen bütün Sünni mutasavvıflar, tasavvufi hayatta ibadet ve zikir gibi taabbüdî faaliyetler kadar ahlâkî faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmişlerdir. Birçok mutasavvıf, daha tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlâkla ilişkisini göstermişlerdir. Nitekim Ebü’l-Hasan en-Nüri’ye göre, “tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır”.

 

Aynı sûfi tasavvufun hürriyet, fütüvvet, dünya gailelerin den sıyrılmak ve cömertlik erdemlerinden ibaret olduğunu belirtmiştir. Tasavvufu kısaca “hüsnü’l-hulk” veya “el-ahlâku’rrâ-diyye” şeklinde tarif edenler de olmuştur.[8]

 

Hasan-ı Basrî (RA) Hz leri takvâ ehlinin doğru sözlülük, ahde bağlılık, sıla-i rahim, yoksullara merhamet, gurur ve kibirden arınmışlık,insanlarla iyi geçinme, güzel huy gibi ahlâki faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir.[9]

 

Sünnî tasavvuf literatürünün en gelişmiş örneklerinden olan Sühreverdinin Avârifül-ma’ârif'inde de (S.151.) sûfilerin başlıca ahlâkî erdemleri tamamen geleneksel İslâm ahlâkı ölçüleri içinde sıralanmıştır.

 

Bütün büyük sufiler tasavvufun bir hal ve bir yaşama tarzı olduğunu belirtirler. Buna göre tasavvuf büyük ölçüde sûfinin mistik tecrübelerinden ibarettir, dolayısıyla hem düşünce hem de davranış olarak sübjektif bir alandır. Bu durumun ahlâk bakımından önemi, böyle bir alanda mutlak ve genel geçerliliği olan bir ahlâk ilmi kurmanın güçlüğüdür.

 

Bu güçlüğün bir sonucu olarak, Sünni ilkelere son derece bağlı ilk dönem zühd ahlâkından başlamak üzere, bütünüyle ahlâkın inkârına ve yaygın ahlâk kurallarıyla alay etmeye kadar varan değişik tasavvufi akımlar doğmuştur. Hatta mutedil bir mutasavvıfın ahlâk anlayışında bile bazı tutarsızlıklar görülür.

 

Bu durum, tasavvuf ahlâkıyla ilgili başlıca kavramların izahından da kolaylıkla anlaşılabilir. Şöyle ki, bütün mutasavvıflar başlangıçta Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan bir yaklaşımla zühd, takvâ, fakr, tevekkül, rızâ gibi ilkeleri (makamlar) benimseyerek dünyevî nimet ve imkânlar karşısında ihtiyatlı bir tavır takınmışlardır.

 

Hz. Peygamber (SAV) Efendimizin konuyla ilgili açık tavrına ve uyarılarına rağmen[10],tevekküldeki “tevessül” ve “tesebbüb” unsurları kaldırılarak tevekkül “terk”ten ibaret sayıldı. Bu anlayışa göre sûfî “ânı değerlendiren (ibnü’l-vakt) kişidir: yarın Kaygısı taşıyanın kalbinde hikmet bulunmaz”.[11]

 

Hücviri dünya külfetlerine katlanmayı “tekellüf” ve sebeplere başvurmayı ahlâka aykırı görür.[12]

 

Hz. Pir Abdulkâdir-i Geylâni (KSA) Hz leri de Allah’ın (CC) kendisi için yoksulluğu uygun gördüğü kişinin zengin olmak istemesini, Allah’ın (CC) tercihinden hoşlanmamak şeklinde yorumlamaktadır.[13]

 

Bu şekildeki bir tevekkül anlayışının sonucu olarak Hücviri şöyle der: “Kısmetini zorlama: çünkü ezeli taksim zorlamakla değişmez”.[14]

 

Gazzâli’ye (RA) göre fakrın en yüksek derecesi, kişinin dünya malından nefret ettiği, şerrinden ve meşguliyetinden kaygılandığı için mal sahibi olmaktan kaçınmasıdır. Gazzâli bu anlayışta olan kişiyi zâhid saymaktadır.[15] Ancak aynı müellif tevekkülü, tedbir ve çalışmayı bırakarak “atılmış bir hırka veya hasır üzerinde bir et yığını” gibi kalmak şeklinde anlayanları da cahillikle suçlamaktadır.[16]

 

Ayrıca hiçbir büyük mutasavvıf dilenmeyi veya malından dolayı zengine eğilmeyi hoş karşılamamıştır.[17]

 

Bazı mutasavvıflar, tevekkül anlayışlarının bir sonucu olarak, tedaviyi tevekküle aykırı görmüş ve hastalıklara gönüllü katlanmayı bir fazilet saymışlardır.

 

Tüsteri de bir kimsenin tedaviyi bırakmasının, ibadetini daha iyi yapabilmek niyetiyle dahi olsa, tedavi olmasından daha uygun düşeceğini söylemiştir. Ancak bu rivayetleri aktaran Ebû Tâlib el-Mekki ve Gazzâlî, böyle bir tavrın yanlışlığına dikkat çekmeyi de ihmal etmemişlerdir.[18]

 

Bütün tasavvufi eğilimler, bu hayatın dışında gördükleri müslümanları zâhir ehli, rüsüm ehli veya avam saymışlar, farklı ölçülerde de olsa, kendilerine (havas) yabancı ve kötülük çevresi kabul ettikleri kitlelerden ya tamamen veya belli bir süre, ya da hiç olmazsa kalben uzak kalmayı (uzlet, inzivâ) tercih etmişlerdir. Nitekim Serrâc, nefislerini terbiye etmek ve yüksek mertebeler kazanmak gayesiyle dağlara, mağaralara, kırlara veya çöllere çekilenler olduğunu kaydetmiş ve bunları eleştirmiştir.[19]

 

Birçok tasavvufı kaynakta, “Kişi Eshab-ı Kehf’in (RA) Kıtmiri gibi yaşamadıkça sıddîklar mertebesine ulaşamaz.”[20] dediği rivayet edilmiştir.

 

Mâlik b. Dinâr’ın toplumdan uzaklaşarak Eshab-ı Kehf’in (RA) Kıtmiri gibi tam teslimiyetli bir hayat yaşamasından hayranlıkla söz edilir. Hücvîrî bile, “Tasavvuf halktan uzak olmaktır.” der.[21]

 

Özellikle servet ve mevki sahiplerinden uzak durmak, tasawuf ahlâkının başta gelen kurallarındandır. Fudayl b. İyâz, devlet adamlarıyla yakınlık kurmaktan kaçınan kişinin gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiren, hac ve umre yapan, Allah (CC) Hz.leri’nin yolunda savaşan, bunun yanında devlet ricâliyle de konuşan kişiden daha erdemli olduğunu söylemiştir.[22]

 

Şakik-i Belhi ise zenginden bir şeyler beklemeyi “Allah’tan (CC) başka tanrılar edinmek”ten farksız görmüştür.[23]

 

Aynı şekilde, evlenme konusunda da tasavvufi anlayışlar, değişik ölçülerde de olsa, Peygamber (SAV) Efendimizin Sünnetinden farklılıklar göstermektedir.

 

Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz ilke olarak hıristiyanların ruhbanlık hayatını reddetmiştir. Ayrıca tasavvufun tamamen inziva hayatı olduğunu düşünmek yanlış olur. Nitekim birçok tasavvufi kaynakta toplum içinde yaşayarak insanların ıslahı için çaba göstermenin önemi üzerinde durulmuş, “âdâbü’s-suhbe”, “âdâbü’l-uhuvve” gibi başlıklar altında sosyal hayatın gerektirdiği ahlâk ve muaşeret kuralları, haklar ve sorumluluklar işlenmiştir. Hücvîrinin de kaydettiği gibi[24] tasavvufun ileri gelenlerine göre hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. Tasavvuf ahlâkında çoğunlukla insanın mânevi benliğinin yüksek tarafını temsil eden ruh meleğe, nefis ise şeytana benzetilir. Bu yüzden ahlâki fenalıklar ancak riyâzet ve mücâhedeye koyularak nefsin kötü eğilimlerini kırmak ve onu kötü huylardan arındırmak suretiyle önlenebilir.

 

Gazzâlî (RA): “İnsan ihtiraslarıyla savaşır, nefsini bunların baskısından korur ve bu suretle meleklerin ahlâkına benzer huylar kazanırsa kalbi meleklerin evi haline gelir.”[25] demektedir. Hücviri de nefsin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve ahlâki çabaların en değerlisi saymıştır.[26]

 

Tasavvuf ahlâkında nefse karşı verilmesi öngörülen bu savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlâkî mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a (CC) yakınlaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf ahlâkında hürriyetin büyük bir değeri vardır. Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan (CC) başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle Cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir.[27]

 

Kuşeyriye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan (CC) başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktadır.[28] İbrâhim b. Edhem (RA) ise hürriyeti, ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır.[29]

 

Tasavvufi kaynaklar, büyük süfilerin böyle bir hürriyete kavuşmak için verdikleri mücadeleleri anlatan hâtıra ve menkıbelerle doludur.

 

Esasen tasavvuftaki “fakr makamı” hürriyeti de kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte, hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir.[30]

 

Buna göre hürriyet, felsefe ve kelâmda ele alındığı şekliyle ahlâkın hareket noktası değil gayesidir. Bu sebeple hürriyet ulaşılması zor bir makamdır. Tasavvufî sülükün başlangıcında irade varsa da hürriyet yoktur. Mürid, mürşidin delâletiyle sey-rü sülük sırasında verdiği şiddetli bir mücadele sayesinde dünya ve nefis bağlarından kurtularak hürriyetini kazanır.

 

Felsefe teorik, tasavvuf pratiktir. Bu yüzden filozof akıl ile, sufi irade ile yol alır ve sonunda hem mârifete hem de hürriyete ulaşır. Şu var ki, tasavvufi anlayışa göre insanın iradesi daima Allah’ın (CC) iradesine bağımlıdır. Hatta bu açıdan süfinin kendi iradesinden söz etmesi bile tasavvufi edeple bağdaşmaz. Hücvîri, “Tevhid ehli sözüyle cebrî, ameliyle kaderi (hürriyetçi) olandır.” derken bu ikilemi anlatmak istemiştir.[31]

 

Kelâbâzî, bütün mutasavvıfların insanlara gerçek anlamda fiiller isnat ettiklerini, insanların, kendi kazançları (iktisab) olan bu fiilleri isteme (irade) ve seçme (ihtiyar) imkânına sahip oldukları, cebir veya zorlama (istikrah) altında bulunmadıkları görüşünde birleştiklerini belirtmişse de[32], bu açıklamayı ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira bu müelliften önce ve sonra birçok mutasavvıfın teorik olarak kesin bir cebir anlayışını savunduğu bilinmektedir. Gerçekte bu anlayış tasavvuftaki tevhid ve tevekkül ilkelerinin yorumundan kaynaklanmaktadır.

 

Kuşeyrinin naklettiğine göre, Cüneyd-i Bağdâdi (RA) tevhidi “bütün yaratılmışların her türlü davranışlarının Allah’tan (CC) olduğunu bilmek” şeklinde tarif etmiştir.[33]

 

Zünnün el-Mısri’ye (RA) göre tevhid ve tevekkül, öncelikle Allah’tan (CC) başka tanrılar edinmeyi, ikinci olarak da 0’ndan (CC) başka sebepler göstermeyi imkânsız kılar.[34]

 

Esasen ilk anlamdaki tevhid, Herevinin deyimiyle “avamın tevhidi”, ikincisi ise “havassın tevhidi”dir.[35]

 

Mutasavvıflar, insanın fiillerini kendisinin yarattığı şeklindeki görüşü dinlemeye bile tahammül edemezler. Nitekim Kuşeyri’nin bildirdiğine göre[36] Hâris el-Muhâsibi, babası Kaderiyye’den olduğu için ondan kalan mirası kabul etmemiştir. Cebir anlayışının ahlâki sorumsuzluğa yol açacağından kaygılanan, hatta bu eğilimde olanlar bulunduğunu bildiren Sünni mutasavvıflar, Eş’ariyye’nin ılımlı cebir (cebr-i mutavassıt) anlayışını çıkar yol olarak görmüşlerdir.

 

Nitekim Gazzâli (RA), İhyâ’ü Ulûmi’ddîn’in “Tevbe”, “Tevhid ve Tevekkül” bölümlerinde bu kavramların tasavvufi açıklamalarını yaparken mutlak bir cebre düşmemek için hayli zorlanmıştır. Nihayet Cebriyye, Mu’tezile ve Eş’ariyye'nin hürriyet konusundaki görüşlerini, körlerin el yordamıyla tanımaya çalıştıkları fiili tarif etmelerine benzeten Gazzâlî, irade ve hürriyet (ihtiyar) konusunun “kader sırrı”na girdiğini, ve ancak mükâşefe ilmine sahip olanların bu problemi aşabileceklerini belirterek bir bakıma agnostisizme varmıştır.[37]

 

Gerek tasavvufta hâkim olan cebir anlayışı, gerekse şeriat ve zâhirin yanında varlığı benimsenen hakikat ve bâtın anlayışı, hiçbir zaman gerçek süfileri ahlâkî ve dini gevşekliğe sürüklememiş, aksine bunlar dinin farz kıldıkları yanında gönüllü ibadet ve iyilik yapmaya da büyük önem vermişlerdir.

 

Hücvirinin de belirttiği gibi, bu zümreye göre bir kimsenin malını sayıp dökerek 200 dirheme 5 dirhem hesabıyla zekât vermesi cömertlik değildir: asıl cömert, elinde ne varsa Allah (CC) yolunda harcadığı için zekât vermesine gerek kalmayan sûfidir.[38]

 

Hakikat ve bâtın, gerçek sûfi için ibadet ve başka iyiliklerde gözetilmesi gereken ahlâkî özdür. Bu sebeple başlıca tasavvufi kaynaklarda ibadetlerin zâhirî veya fikhî şart ve rükünleri yanında niyet, ihlâs, huşü, takvâ gibi “a’mâlü’l-kalb”e ve ibadetlerin ahlâk üzerinde göstermesi beklenen müsbet tesirlere de geniş yer verilmiştir.[39]

 

Arapça’da “almak” mânasına gelen ahz kelimesi bir tasavvuf terimi olarak çeşitli devirlerde farklı anlamlarda kullanılmıştır. İlk sûfiler benliğinden koparılıp alınmış ve bir cezbeyle kendinden geçerek Allah’a (CC) ermiş meczuplara me’hûz veya müsteleb, bu hale de ahz diyorlardı.

 

Görünüş itibariyle deliye benzeyen bu meczuplar, İlâhi celâl ve azamet karşısında varlıklarından uzaklaşmış ve dünyadan habersiz hale gelmiş velîlerdir. Ahz, cezbe makamının sonudur. Kalbe gelen vecd nuru onu latifleştirir: bu halin verdiği haz, sâliki tefrika halinden alır. Sûfiler, “Kul mecnun sayılmadıkça imanın hakikatine eremez” hadisiyle me’hûzun kastedildiğini söylerler.[40]

 

Ahz, Hakk’ın (CC), kulunu kendine çekmesi (cezb) ve âşıkın varlığını ezelî varlığa (ayn) atmasıdır.

 

Onun için bu haldeki kimse “gâib”dir; halkı ve kendini göremez; aldığını Hakk’tan (CC) alır, verdiğini Hakk’a (CC) verir. Meczubun bu haline ahzu atâ denir. İstikamet ve temkin makamı olan bu makama ulaşan süfi, Allah’ın (CC) ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Murakabe ehli, ihlâs makamında ve şevk halindeyken kalbine Allah’tan (CC) başka şeylerin (mâsivâ) gelmesi tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarından, kalblerine gelen kötü hâtıraları himmetleriyle uzaklaştırmadıkları takdirde muaheze edilirler.[41] Buna da ahz (kınama) adı verilir.

 

Son dönem mutasavvıfları tarikata girmeye ahz-ı tarikat, bir şeyhe bağlanmaya ahz-ı yed (el alma), belli duaları (evrâd. Ahzâb) okuma iznine ahz-ı zikr, bu sayede mârifet ve irfan sahibi olmaya da ahz-ı feyz demişlerdir.

 

Gümüşhânevi, bu mânadaki ahzı hadis öğrenme usulü “ah-z”a benzeterek bir kimsenin tasavvufî bilgileri bu dört usulden birinden alır:

1. Musâfaha,ve zikir telkini yoluyla;

2. Kitapları okuyarak rivayet yoluyla;

3. Okunan kitapları kavrayarak dirâyet yoluyla;

4. Fiilen hizmet ederek, çile çekerek ve terbiye görerek) biri veya bir kaçıyla ahzedeceğini söyler.

 

Bir şeye gönül verme, bağlanma ve düşmanlık gibi mânalara gelen alâka (çoğulu alâik) kelimesi, tasavvufta “koparılması öngörülen dünya bağı ,insanları maddeye ve nefsin arzularına yönelten sebepler” anlamında kullanılmıştır. Bu bağlar teker teker kesilmedikçe veya tamamen koparılıp atılmadıkça (kat’ı alâik) tam mânasıyla Allah'a (CC) yönelmek ve vuslata ermek mümkün değildir. Serrâc, alâkayı “kulu bağlayan ve onu meşgul ederek Allah’tan (CC) lerinden koparan bağlar” diye tarif etmiştir. Vesâit denilen sebepler insanı Allah’a (CC) yaklaştırdığı halde alâik insanı 0’ndan (CC) uzaklaştırır.

“Dünya alâkaları” adı verilen bağlar makam ve mevki hırsı, mal sevgisi, şehvet ve şöhret gibi bencil duygu ve isteklerdir. Ayrıca eş, evlât, hısım ve soy gibi bağlara “nesebi alâkalar” denir. “Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır: onlardan sakının... Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız  sizin için fitnedir.”[42] meâlindeki âyetlerde nesebe dayanan bu türlü alâkaların tehlikesine dikkat çekilmiştir.

www.GAVSULAZAM.de


 

[1] Buhâri, Et’ime”, S.23; Müslim, Zühd , S.22; Müsned, V, S.253,260,267

[2] Feth S. A.19,20

[3] Nisâ S. A.94

[4] Mukaddime, III, S.1097-1098

[5] Ali Sâmi en-Neşşâr, III, S. 62

[6] Ali Sâmi en-Neşşâr, III, S.301

[7] Sühreverdi, S.130,149,15

[8] Hücviri, I, S. 237-239; Herevi, S.23

[9] Ebi Nuaym, II,S.143

[10] Buhâri, Zekât, S.30, Şavm, S. 54, 55, Edeb, S.33; Müslim, Zekât, S.54, Şıyâm, S.182,192; Tirmizi, Kıyâmet, S.60

[11] Muhibbi, III, S. 148

[12] Keşfü'l-mahcüb, I, S.237

[13] El-Fethu’r-Rabbâni, S.193

[14] Keşfü’f-mahcüb, 1.C. S.363

[15] İhya, IV, S.190

[16] İhya, IV, S.248

[17] Goldziher,S.139

[18] Kütü'l-kulûb, II, S.22-23; İhya', IV, S.286-287

[19] El-Lüma, S.527-529

[20] Ebu Nuaym, II, S.359

[21] Keşfü'l-mahcüb, 1.C, S.233

[22] Ebu Nuaym, VIII, S.98

[23] Sülemi, S.65

[24] Keşfü'l mahcûb, II, S.427

[25] İhya, III, S. 27

[26] Keşfü'I-mahcub, II, S.427

[27] Kuşeyri Risalesi, S.365

[28] Kuşeyri Risalesi, S. 364-365

[29] Kuşeyri Risalesi, S. 366

[30] Sülemi, S.215

[31] Keşfü'l-mahcüb, 1, S. 211

[32] Et-Ta’arruf S.64

[33] Kuşeyri Risâlesi, S.102

[34] Gazzâli, İhya, IV, S.264

[35] Menzilü's-sa'irin, S.51

[36] Kuşeyri Risülesi, S.121

[37] İhya, IV, S.5-7-247-248-254-259

[38] Keşfü'l-mahcub, II, S. 537

[39] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi S.6

[40] Serrâc, S.420 ; Yakın anlamlı bir hadis için bak.:Heysemî, X, 75-76; Aclüni, 1, 187

[41] bak.: Bakara S. A.284

[42] Tegâbün S. A.14-15

 

 ->İNDEX<-

 

©2003-2006 GAVSULAZAM.de                 Her hakkı mahfuzdur.