Insanin iyi veya kötü olarak vasiflandirilmasina yol açan mânevî nitelikleri, huylari ve bunlarin etkisiyle ortaya koydugu iradeli davranislar bütünü; bu konularla ilgili ilim dali.

Ahlâk Arapça'da “seciye, tabiat, huy” gibi mânalara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoguludur. Sözlüklerde çogunlukla insanin fizik yapisi için halk, mânevî yapisi için hulk kelimelerinin kullanildigi kaydedilir.

 

Basta hadisler olmak üzere Islâmî kaynaklarda hulk ve ahlâk terimleri genellikle iyi ve kötü huylari, fazilet ve reziletleri ifade etmek üzere kullanilmis; özellikle iyi huylar ve faziletli davranislar “hüsnü’l-hulûk”, “mehâsinü’l-ahlâk”, “mekârimü’l-ahlâk”, “el-ahlâku’l-hasene”, “el-ahlâku’l-hamîde”, kötü huylar ve fena hareketler ise “sûü’l-hulûk”, “el-ahlâku’z-zemîme”, “el-ahlâku’s-seyyie” gibi terimlerle karsilanmistir.

 

Ayrıca ahlâk yanında yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına, terbiyeli kibar ve takdire değer davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya âdâb da denilmiştir. İslâmi literatürde edep terimi ilk dönemlerden itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılırken ahlâk, tutum ve davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhî ve mânevî melekeleri, insanın ruhî kemalini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir.

 

Cahiliye döneminde ahlâk: İslâm öncesinde Arapların ahlâk anlayışı hakkındaki kaynaklar, cahiliye şiiri ve ata sözleriyle Kur’an ve Sünnet gibi İslâmi belgelerdir. Bu kaynaklardan edinilen bilgilere göre cahiliye edebiyatında ahlâk kelimesine rastlanmamaktadır.

 

Bu kelimenin tekili olan hulk ise nâdiren kullanılmıştır. Bir ölçüde iyi ahlâk mânasını ifade etmek üzere mürüe (mürüvvet) tabirine daha çok rastlanır. Ayrıca hayır, mâruf ve hak gibi ahlâki muhteva taşıyan kavramlar yanında câhiliye erdemlerini ifade etmek üzere “şecaat”, “kerem”, “sehâ”, “cüd” ve “vefâ” gibi çeşitli kavramlarla bunların zıtlarının kullanımı da oldukça yaygındı. Ancak bütün bu kavramlar yüksek ve cihan şümul bir ahlâk anlayışını ifade etmekten tamamen uzak olup dünyevî ve kabileci bir karakter taşımaktaydı. Bu da câhiliye arabının ikinci hayata (yani ahiret hayatına) inanmadığından kaynaklanıyordu. Bununla ilgili bilgiler bizlere şu ayetlerde aktarılmaktadır:

“Derler ki: ‘Hayat ancak dünya hayatımızdır. Artık biz bir daha diriltilecek de değiliz’.”[1]   

“Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’.”[2]

“Dediler ki: ‘Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder.’ Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.”[3]

 

Cahiliye arabı, bu dünyanın zevk ve safasından olabildiğince faydalanmayı hayatın gayesi saymıştı. Kadın, aşk, şarap ve kabile savaşları cahiliye şiirindeki temaların başında yer alır. 0 dönemin ünlü şairi Tarafe Mu’allaka’sında, ebedîlikten söz edilemeyeceğine göre insan için yapılacak en iyi şeyin bütün varlığıyla hayatın zevklerini yaşamak olduğunu belirtirken câhiliye döneminin bu hedonist ahlâkını dile getiriyordu.

 

Câhiliye döneminin bütün ahlâki faziletlerinin arkasında kişinin veya kabilenin gururunu (fahr), şeref (mecd), öfke (gazap), kavmiyet (hamiyye) duygularını tatmin etme, asâlet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret kazanma, saygı görme, insanlarda hem korku hem de hayranlık duygusu uyandırma arzusu yatmaktaydı. Esasen bu dönemin, fert ve kabile gururu, kibir ve sereşlik nitelikleri dolayısıyla câhiliyye diye anıldığı Amr b. Külsüm’un Mu’allaka’sından açıkça anlaşılmaktadır.

 

Kur’an ve Sünnet’te Ahlâk: İslâm dini aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına insanın nefsini dizginlemesi, tabiatını öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koydu; bu suretle insana o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti.

 

Arap kabilelerinin hayat tarzları, örfleri ve uygulamaları üzerine bir toplum yapısı kurmak mümkün değildi. Onların koyu ve anlamsız putperestlikleri, yüksek bir ahlâkın kurulmasına başlı başına bir engel teşkil ediyordu. Bu sebeple Hz. Resul-i Kibriya (SAV) Efendimizle, bir olan Allah’a (CC) itaat temeline dayalı bir ahlâkî ve dinî birlik sağlama görevini üstlenmiştir.[4]

 

Böylece kabile ve soy sop (hasep nesep) anlayışı yerine Allah’a (CC) saygı (takvâ), ferdî ve sosyal planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü haline gelmiş; bu ölçüye uygun olarak İslam'ın öğretileri, Allah’ın (CC) bütün yaratıklarına karşı merhametli olmayı, beşerî ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılıksız sevgi ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok faziletleri ihtiva etmiş bulunmaktadır.

 

İslâm ahlâkının asıl kaynağı Kur’an ve onun ışığında oluşan sünnettir. Nitekim Hz. Aişe (RA) validemiz bir soru münasebetiyle Hz. Resul-i Zişan (SAV) Efendimizin ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirtmiştir.[5]

 

Bu sebeple İslâm ahlâk düşüncesi Kur'an ve Sünnet'le başlar. Bu iki kaynak dini ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, ameli kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar, hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelini oluşturmuştur.

 

Kur’ân-ı Kerim ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir ahlâk kitabı gibi sistematik olarak ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazari prensipler ve ameli kurallar getirmiştir. Konunun bu bölümünde, doğrudan doğruya Kur’an âyetlerine ve bu âyetlerin yorumunu ve uygulamasını gösteren Hadislere dayanılarak İslâm’ın getirmiş olduğu ahlâk anlayışı ana hatlarıyla tanıtılmaya çalışılacaktır.

 

Kur’ân-ı Kerim’de ahlâk kelimesi yer almamakla birlikte, biri “âdet ve gelenek”, diğeri de “ahlâk” mânasında olmak üzere iki yerde kullanılmıştır.[6]

 

Ahlâkın tekili olan hulûk kelimesi geçmektedir. Ayrıca pek çok âyette yer alan amel teriminin alanı ahlâki davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur.

 

Bunun yanında “birr”, “takvâ”, “hidâyet”, “sırât-ı müstakîm”, “sıdk”, “amel-i sâlih”, “hayır”, “mâruf”, “ihsân”, “hasene” ve “istikamet” gibi iyi ahlâklılık, “ism”, “dalâl”, “fahşâ”, “münker”, “bağy”, “seyyie”, “hevâ”, “israf”, “fısk”, “fücür”, “hatîe”, “zulüm” gibi kötü ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifade eden birçok terim vardır.

 

Hadislerde ise bu terimler yanında ahlâk ve hulk kelimeleri de kullanılmıştır. Görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak insanı tanıyan Kur’ân-ı Kerim, bu sebeple onun ahlâki mahiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. Buna göre Allah (CC) insanı en güzel bir tabiatta yaratmış[7], ona kendi ruhundan üflemiştir[8].

 

Bu sebeple insanlığın atası olan ve bütün insanlığı temsil eden Hz. Âdem (AS) karşısında Allah’ın (CC) emri gereğince melekler secdeye kapanmıştır. Ancak insanın bu üstün ruhi cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır.

 

İşte insandaki bu ikilik onun ahlâki bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah(CC) insan nefsine fücürunu da takvâsını da ilham etmiş”, yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrana uğramıştır.”[9]

 

Kur’ân-ı Kerim’in insanın ahlâkî mahiyeti hakkındaki bu dengeli yaklaşımı, onun ahlâki hüküm ve tercihlerini de aynı şekilde değerlendirmesine yol açmıştır. İşte Kur'an'ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği İslâm ahlâkının temelde dini kaynaklı olması sonucunu doğurmuştur.

 

Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nas bulunan konularda yükümlülüğün kaynağı dindir. “Allah (CC) ve Resulü (SAV) bir şeye hükmedince, artık mümin erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz. Her kim Allah (CC) ve Resulüne (SAV) isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[10]

 

Hz. Resulullah (SAV) Efendimiz, ahlâki hükümlerin de dahil olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya yönelik bir anlaşmanın geçersiz olduğunu açıklamıştır.[11]

 

Bununla birlikte, Allah’ın (CC) hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla ana, baba, ve bunlara itaat gerekir.[12]

 

Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile ilgili genel hükümler yanında bir çok ahlâki davranışlar için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye rağmen, hakkında hüküm bulunmayan meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır.

 

Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Helal de haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüphelerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur.” [13] buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uymayı öğütlemiştir.

 

Ne var ki Kur’an ve Hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, kendisine kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır.[14]

 

Ayrıca İslâmî terminolojide hevâ adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlâk ve fazilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir.

 

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm kötü arzuların esiri olan insanı “hevâsını tanrı edinen”[15] şeklinde tanıtmış, öte yandan yanlış yolda olan atalarını taklitte direnenleri, “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; akıllarını kullanamazlar.”[16] ifadesiyle eleştirirken bu arada dini hükümlerle selim aklın hükümlerinin birbirini desteklediğine işaret etmiştir.

 

Kur’an ve Sünnet’te faziletlerin fert ve toplum hayatına maddî ve mânevi faydaları, reziletlerin zararları üzerinde durulmuştur. Allah (CC), “Şükrederseniz -nimetlerimi- arttırırım.”[17]; “Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve nefret sokmak, sizi Allah’ı (CC) anmaktan ve namazdan ister.”[18]; sâlih kullarını yeryüzüne hâkim kılacağını bildirir.[19]

 

Ayrıca birçok eski milletlerin yıkılışlarında ahlâkî bozulma ve çöküntünün önemli ölçüde rol oynadığını haber veren âyetler Kur’ân-ı Ke-rim’de büyük bir yer tutar. Bununla birlikte, ahlâk prensiplerine aykırı davranışların doğurduğu bu tür tabii ve fizikî zararlar, sosyal ve mânevî sıkıntılar İslâm'da ahlâki müeyyide sayılmaz: dolayısıyla kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Gerçi dünyevi musibetlerin günahlar için kefâret sayılacağına dair bazı hadisler vardır.[20] Fakat bu, ahlâki fenalıkların doğurduğu musibet ve zararın zaruri sonucu değil,musibete uğrayan kişinin bu durumdayken gösterdiği sabır, rızâ, tevekkül gibi müsbet tavırların karşılığıdır.

 

Diğer yandan, kişinin ruhî benliğinde iyiliğin meydana getirdiği sevincin, kötülüğün meydana getirdiği pişmanlık ve elemin Kur’an ve Sünnet’te büyük bir değer taşıdığı görülür. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (SAV) Efendimiz: “Bir insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mümindir.”[21] buyurmuştur.

 

Hatta iyilik (birr) ve kötülüğü (ism) kişinin vicdanında (nefs) meydana getirdiği etkilenmenin mahiyetine göre tarif etmiştir.[22] Ancak vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç (en-nefsü’l-levvâme) olabileceği gibi[23], kaskatı kesilmiş kalp[24] haline dönüşerek kötülük karşısında duyarlılığını kaybetmiş bir duruma da gelebilir. Bu yüzdendir ki İslâm'da bütün ahlâki vazifeler uhrevi müeyyideye bağlanmıştır.[25]

 

İyiler için Cennet vaad edilmiş. kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Ancak ahlâk kurallarının uygulanmasında, özellikle içtimai düzenin sağlıklı işletilmesinde genellikle sadece bu motiflere dayanan bir ahlâk tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı (CC) en yüksek derecede sevmek[26], 0’nun (CC) hoşnutluğuna lâyık olmak ve 0’ndan (CC) hoşnut olmak[27] temel ahlâki motif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gayesinin Allah (CC) rızâsı olduğu vurgulanmıştır.[28]

 

İslâm ahlâkının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya sadece bir seçkinler ahlâkı olmadığı, aksine maddi, zihni ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlâk olduğunu gösterir.

 

Buna göre hayır statik olmadığı gibi gaye de statik değildir. Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyilikler (farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı hayırlar da vardır. Ahlâk, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan, Kur’ân-ı Kerîm’e göre, öncelikle inanç sevgisi kazanmalı, fenalıklardan ve isyankârlıktan nefret etmeli.[29], kalbini yani iç dünyasını Allah (CC) Hz.leri’nin şuuru (Zikrullah) ile huzura kavuşturmalıdır.[30]

 

Bu suretle Allah (CC) Hz.leri şuuru insana ahlâki ve mânevi hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan yüz çevirme ve Allah’tan (CC) bağış dileme fırsatı sağlayacaktır.[31] İslâm’ın öngördüğü bu ahlâkî terakkinin ulaşacağı son nokta, insanın gaye bakımından çıkar kaygılarını aşması, hatta Cennet ümidi ve Cehennem korkusunun da ötesinde bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın (CC) emrine ve rızâsına uygun düşüp düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir.[32]

   

Bu son noktada İslâm ahlâkı pragmatik eğilimleri ortadan kaldırmakta ve kategorik bir ahlâk hüviyeti kazanmaktadır.

 

İslâm’ın ilk yüzyılında ahlâk tamamen yukarıda ana hatlarıyla gösterilen dinî ilke ve kurallara dayanmaktaydı. Bütün müslümanlar Kur’an’ın emrine uyarak hayatlarını Hz. Peygamber (SAV) Efendimizin getirdiği öğretilere göre düzenlemenin gerektiğine inanmışlardı. Yaklaşık II. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan yeni durumlar karşısında az çok farklı ahlâk anlayışları doğmakla birlikte, temelini Kur’an’dan alan ve Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz ile Ashabın (RA) hayatlarında şekillenmiş olan geleneksel İslâm ahlâkına bağlılığı ilke edinen anlayış da varlığını sürdürdü ve genel olarak ahlâka veya bu alanın özel konularına dair eserlerden oluşan zengin bir literatür meydana geldi.

 

Daha çok Hadis ve fıkıh âlimleri tarafından yapılan bu yöndeki ahlâk çalışmalarının başlangıcını hadislerin tasnif dönemine kadar götürmek mümkündür. Nitekim başta Kütüb-i Sitte olmak üzere hemen bütün Hadis mecmualarında “Kitâbü’l-Edeb”, “Kitâbü’l-Birr”, “Ki-tâbü Hüsni’l-hulk” gibi başlıklar altında özellikle ahlâk Hadislerini ihtiva eden bölümler bulunur.

 

Buhârî’nin (RA) “el-Edebü’l-müfred”i, Abdullah b.Mübârek’in (RA) “Kitâbü’z-Zühd ve’r-rekâ’ik”ı gibi yalnızca ahlâka dair Hadis ve haberlerden oluşan eserler yanında, İslâm kültür tarihi boyunca devam eden kırk hadis külliyatının başta gelen konuları da ahlâkidir.

 

Fıkıh kitaplarındaki amelî ahlâk konularıyla tefsir ilminde “ahkâmü’l-Kur’ân” türündeki eserlerde ahlâkla ilgili konuların varlığına da işaret etmek gerekir. Eser sayısı bakımından İslâm kültür tarihinin en verimli alanlarından biri olan geleneksel İslâm ahlâkının başta gelen klasiklerinden biri, Mâverdî’nin “Edebü’d-dünyâ ve’ddîn”idir. Eser geniş muhtevası, materyal zenginliği ilmî, fikrî ve edebî üstünlüğü gibi meziyetleri dolayısıyla her devirde ve bütün İslâm ülkelerinde geniş bir ilgiye mazhar olmuştur.

 

Hz. Peygamber (SAV) Efendimizin ahlâkını bütün insanlık için en yüksek hayat ideali olarak gösteren İbn Hazm’in dinî-felsefı mahiyetteki “el-Ahlâk ve’ssiyer”i, muhtevasının önemi yanında edebî bakımdan da büyük bir değer taşır. Ebû Nasr et-Tabersinin “Mekârimü’l-ahlâk”ı da Hz. Muhammed (SAV) Efendimizin, hayatın bütün alanlarına ait tutum ve davranışlarını sergileyen ve onu bir ahlâk ideali olarak gösteren en tipik geleneksel ahlâk kitabı örneklerindendir.

 

İslâm kültür tarihinde her zaman dinî karakterini korumakla birlikte, kesin bir tasnife kolaylıkla imkân vermeyecek ölçüde şekil ve muhteva çeşitliliği taşıyan ahlâk literatürü içinde edebî ve hikemî türde Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış eserlerin de önemli bir yeri vardır.

 

Asr-ı saâdet’te tartışılmaya başlamışsa da İslâm Peygamberi (SAV), konunun aklî izaha elverişli olmadığını münasip bir dille anlatarak müslümanları bu konuda tartışmaya girmekten menetmişti. Daha sonraki dinî, fikrî ve siyasî gelişmeler, yaklaşık olarak II. Hicri asrın başlarından itibaren konu ile ilgili tartışmaların sistemli bir şekilde başlamasına yol açtı. Daha çok fıkıhçı ve hadisçi olarak bilinen selef âlimleri, Allah'ın (CC) kudret ve iradesinin mutlaklığı ve sınırsızlığı ile insanın yükümlülük ve sorumluluğunu birlikte kabul ediyor.

 

Bu kabulün kaçınılmaz olarak doğuracağı ahlâkî açmaz üzerinde durmuyorlardı. Öyle görünüyor ki, bazı Emevî yöneticileri haksız uygulamalara girişirken bu uygulamaların İlâhî takdirin bir gereği olduğunu ileri sürerek zulüm ve haksızlıklarını meşrûlaştırmak istemiş, Ehl-i Beyt-i Al-i Abâ (RA) kebelâda tamamen katletmiş ve bunun üzerine kader konusundaki selefi tavrın istismara elverişli bir şekil aldığı ve ahlâkî tehlike teşkil edebileceği farkedilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Hasan-ı Basrî (RA) Hz lerine konu ile ilgili görüşünü soran Emevî Halifesi Abdülmelik b.Mervân’a onun cevap olarak yazdığı risâle oldukça önemlidir.

 

Bu önem, risâlenin kader ve onun etrafındaki dinî ahlâkî problemleri âyet ve hadisler yanında aklî metotlara da başvurarak ele almasından, Âyet ve Hadisleri aklî bakımdan tutarlı tevillerle yorumlamasından ileri gelmektedir. Hasan-ı Basrî (RA) Hz.leri bu risâlesinde bazı Emevî idarecilerinin uyguladıkları zulüm ve baskıdan Allah’ı (CC) tenzih etmek, bu işlerin İlâhi takdirin sonucu  olduğu şeklindeki iddianın, kendi arzularına göre  uydurdukları ve Allah’a (CC) isnad ettikleri bir yalan[33] olduğunu isbatlamak ve böylece “zulmü” Allah’a (CC) nisbet ederek kendisini temize çıkaranların delillerini çürütmek istemiştir.[34]

www.GAVSULAZAM.de


[1] En’am S. A.29

[2] Yasin S. A.78

[3] Casiye S. A.24

[4] bak.: Âl-i İmrân S.A.103

[5] Müslim, Müsâfirîn,139

[6] “Bu, öncekilerin geleneklerinden başka bir şey değildir.” (Şuara S. A. 137); “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem S. A.4)

[7] “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin S. A.4)

[8] “Hani Rabbin (CC) meleklere: ‘Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım, onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin.” demişti.” (Hicr S. A.28,29)

[9] Şems S. A.9,10

[10] Ahzab S. A.36

[11] Ebü Dâvûd, Akzi-ye, S.21

[12] Buhâri, Ahkâm,S. 4,S. 43; Müslim, İmâre, S. 34,38

[13] Buhari, Îmân ,S. 39; Büyû,S .2; Müslim, Müsâkât, S. 107,108

[14] “O (şeytan), size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah’a (CC) karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (Bakara S. .169)

[15] “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?” (Furkan S. A.43) ; “Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? (…)” (Casiye S. A.23)

[16] Bakara S. A.170-171

[17] İbrahim S. A.7

[18] Maide S. A.91

[19] bak.: Enbiya S. A.105

[20] bak.: Buhârî, Fiten, 17; Müslim, Birr, S. 49; Dârimî, Rikâk ,S. 56; Müsned, V, S.173, 177, 289

[21] Müsned, 1.C, S.398

[22] Müslim, Birr, S.14,15; Tirmizi, Zühd, S.52; Müsned, IV, S.227

[23] bak.: Kıyame S. A.21

[24] Maide S. A.13; Zümer S. A.221

[25] bak.: Kasas S. A.83-84; Tâhâ S. A.15; Gafir S. A.17; Câsiye S. A.27

[26] bak.: Bakara S. A.165

[27] bak.: Maide S. A.19

[28] bak.: Tevbe S. A.72; Hadîd S. A.27

[29] Hucurât S. A.7,14

[30] Ra’d S. A.28

[31] Âl-i İmrân S. A.135

[32] Hud S. A.112; Şûrâ S. A.15; İnsân S. A.8-9

[33] Risâle fi’l kader, S.20

[34] Risâle fi’l kader, S.22

 

 ->İNDEX<-

 

©2003-2006 GAVSULAZAM.de                 Her hakkı mahfuzdur.