Ayrıca ahlâk yanında yeme,
içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış
ve görgü kurallarına, terbiyeli kibar ve takdire değer davranış biçimlerine, bunlara
dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya âdâb da denilmiştir. İslâmi literatürde edep terimi ilk dönemlerden
itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılırken ahlâk, tutum ve
davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhî ve mânevî melekeleri, insanın ruhî
kemalini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir.
Cahiliye döneminde ahlâk:
İslâm öncesinde Arapların ahlâk anlayışı hakkındaki kaynaklar, cahiliye şiiri
ve ata sözleriyle Kur’an ve Sünnet gibi İslâmi belgelerdir. Bu kaynaklardan
edinilen bilgilere göre cahiliye edebiyatında ahlâk kelimesine
rastlanmamaktadır.
Bu kelimenin tekili olan hulk
ise nâdiren kullanılmıştır. Bir ölçüde iyi ahlâk mânasını ifade etmek üzere mürüe (mürüvvet) tabirine daha çok rastlanır. Ayrıca hayır, mâruf ve hak
gibi ahlâki muhteva taşıyan kavramlar yanında câhiliye erdemlerini ifade etmek
üzere “şecaat”, “kerem”, “sehâ”, “cüd” ve “vefâ” gibi çeşitli kavramlarla bunların zıtlarının kullanımı da
oldukça yaygındı. Ancak bütün bu kavramlar yüksek ve cihan şümul bir ahlâk
anlayışını ifade etmekten tamamen uzak olup dünyevî ve kabileci bir karakter
taşımaktaydı. Bu da câhiliye arabının ikinci hayata (yani ahiret hayatına)
inanmadığından kaynaklanıyordu. Bununla ilgili bilgiler bizlere şu ayetlerde
aktarılmaktadır:
“Derler ki: ‘Hayat ancak dünya hayatımızdır. Artık biz bir daha
diriltilecek de değiliz’.”
“Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi
ki: ‘Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’.”
“Dediler ki: ‘Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve
yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder.’ Bu hususta onların bir bilgisi yoktur.
Onlar sadece zanda bulunuyorlar.”
Cahiliye arabı, bu dünyanın
zevk ve safasından olabildiğince faydalanmayı hayatın gayesi saymıştı. Kadın, aşk,
şarap ve kabile savaşları cahiliye şiirindeki temaların başında yer alır. 0
dönemin ünlü şairi Tarafe Mu’allaka’sında,
ebedîlikten söz edilemeyeceğine göre insan için yapılacak en iyi şeyin bütün
varlığıyla hayatın zevklerini yaşamak olduğunu belirtirken câhiliye döneminin
bu hedonist ahlâkını dile getiriyordu.
Câhiliye döneminin bütün
ahlâki faziletlerinin arkasında kişinin veya kabilenin gururunu (fahr), şeref
(mecd), öfke (gazap), kavmiyet (hamiyye) duygularını tatmin etme, asâlet, cömertlik
ve yiğitlikle şöhret kazanma, saygı görme, insanlarda hem korku hem de
hayranlık duygusu uyandırma arzusu yatmaktaydı. Esasen bu dönemin, fert ve
kabile gururu, kibir ve sereşlik nitelikleri dolayısıyla câhiliyye diye
anıldığı Amr b. Külsüm’un Mu’allaka’sından
açıkça anlaşılmaktadır.
Kur’an ve Sünnet’te Ahlâk: İslâm
dini aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün
doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına insanın nefsini dizginlemesi,
tabiatını öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koydu; bu
suretle insana o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücadele
enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti.
Arap kabilelerinin hayat
tarzları, örfleri ve uygulamaları üzerine bir toplum yapısı kurmak mümkün
değildi. Onların koyu ve anlamsız putperestlikleri, yüksek bir ahlâkın
kurulmasına başlı başına bir engel teşkil ediyordu. Bu sebeple Hz. Resul-i
Kibriya (SAV) Efendimizle, bir olan Allah’a (CC) itaat temeline dayalı bir
ahlâkî ve dinî birlik sağlama görevini üstlenmiştir.
Böylece kabile ve soy sop
(hasep nesep) anlayışı yerine Allah’a (CC) saygı (takvâ), ferdî ve sosyal
planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü haline gelmiş; bu ölçüye uygun
olarak İslam'ın öğretileri, Allah’ın (CC) bütün yaratıklarına karşı merhametli
olmayı, beşerî ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılıksız sevgi ve fedakârlığı,
samimiyet ve iyi niyeti, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok
faziletleri ihtiva etmiş bulunmaktadır.
İslâm ahlâkının asıl kaynağı
Kur’an ve onun ışığında oluşan sünnettir. Nitekim Hz. Aişe (RA) validemiz bir
soru münasebetiyle Hz. Resul-i Zişan (SAV) Efendimizin ahlâkının Kur’an ahlâkı
olduğunu belirtmiştir.
Bu sebeple İslâm ahlâk
düşüncesi Kur'an ve Sünnet'le başlar. Bu iki kaynak dini ve dünyevi hayatın
genel çerçevesini çizmiş, ameli kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra
fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar, hatta filozoflar tarafından
geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelini oluşturmuştur.
Kur’ân-ı Kerim ihtiva ettiği
diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir ahlâk kitabı gibi
sistematik olarak ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlâk sistemi
oluşturacak zenginlikte nazari prensipler ve ameli kurallar getirmiştir.
Konunun bu bölümünde, doğrudan doğruya Kur’an âyetlerine ve bu âyetlerin
yorumunu ve uygulamasını gösteren Hadislere dayanılarak İslâm’ın getirmiş
olduğu ahlâk anlayışı ana hatlarıyla tanıtılmaya çalışılacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de ahlâk
kelimesi yer almamakla birlikte, biri “âdet
ve gelenek”, diğeri de “ahlâk”
mânasında olmak üzere iki yerde kullanılmıştır.
Ahlâkın tekili olan hulûk kelimesi geçmektedir. Ayrıca pek
çok âyette yer alan amel teriminin alanı ahlâki davranışları da içine alacak
şekilde geniş tutulmuştur.
Bunun yanında “birr”, “takvâ”, “hidâyet”, “sırât-ı müstakîm”, “sıdk”, “amel-i sâlih”, “hayır”, “mâruf”, “ihsân”, “hasene” ve “istikamet” gibi iyi ahlâklılık, “ism”, “dalâl”, “fahşâ”, “münker”, “bağy”, “seyyie”, “hevâ”, “israf”, “fısk”, “fücür”, “hatîe”, “zulüm” gibi
kötü ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifade eden birçok terim vardır.
Hadislerde ise bu terimler
yanında ahlâk ve hulk kelimeleri de kullanılmıştır. Görünür
âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak insanı tanıyan Kur’ân-ı Kerim,
bu sebeple onun ahlâki mahiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. Buna göre
Allah (CC) insanı en güzel bir tabiatta yaratmış, ona kendi ruhundan
üflemiştir.
Bu sebeple insanlığın atası
olan ve bütün insanlığı temsil eden Hz. Âdem (AS) karşısında Allah’ın (CC) emri
gereğince melekler secdeye kapanmıştır. Ancak insanın bu üstün ruhi cephesi
yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır.
İşte insandaki bu ikilik onun
ahlâki bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah(CC) insan nefsine fücürunu da
takvâsını da ilham etmiş”, yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan
kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrana uğramıştır.”
Kur’ân-ı Kerim’in insanın
ahlâkî mahiyeti hakkındaki bu dengeli yaklaşımı, onun ahlâki hüküm ve tercihlerini
de aynı şekilde değerlendirmesine yol açmıştır. İşte Kur'an'ın insan hakkındaki
bu ihtiyatlı iyimserliği İslâm ahlâkının temelde dini kaynaklı olması sonucunu
doğurmuştur.
Kur’an ve Sünnet’e göre
hakkında nas bulunan konularda yükümlülüğün kaynağı dindir. “Allah (CC) ve Resulü (SAV) bir şeye
hükmedince, artık mümin erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz.
Her kim Allah (CC) ve Resulüne (SAV) isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur.”
Hz. Resulullah (SAV) Efendimiz,
ahlâki hükümlerin de dahil olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya
yönelik bir anlaşmanın geçersiz olduğunu açıklamıştır.
Bununla birlikte, Allah’ın (CC)
hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla ana, baba, ve bunlara itaat gerekir.
Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile
ilgili genel hükümler yanında bir çok ahlâki davranışlar için özel hükümler de
yer almış olmakla birlikte, her şeye rağmen, hakkında hüküm bulunmayan
meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır.
Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz
şöyle buyuruyor: “Helal de haram da
bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüphelerden sakınan
kişi dininin şerefini korumuş olur.” buyurmuş ve böyle
durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uymayı öğütlemiştir.
Ne var ki Kur’an ve Hadislerde
vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, kendisine
kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır.
Ayrıca İslâmî terminolojide hevâ adı verilen kötü arzu ve eğilimler
ile şuursuz taklit de ahlâk ve fazilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm kötü
arzuların esiri olan insanı “hevâsını
tanrı edinen” şeklinde tanıtmış, öte
yandan yanlış yolda olan atalarını taklitte direnenleri, “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; akıllarını kullanamazlar.” ifadesiyle eleştirirken
bu arada dini hükümlerle selim aklın hükümlerinin birbirini desteklediğine
işaret etmiştir.
Kur’an ve Sünnet’te faziletlerin
fert ve toplum hayatına maddî ve mânevi faydaları, reziletlerin zararları
üzerinde durulmuştur. Allah (CC), “Şükrederseniz
-nimetlerimi- arttırırım.”; “Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve nefret sokmak, sizi
Allah’ı (CC) anmaktan ve namazdan ister.”; sâlih kullarını
yeryüzüne hâkim kılacağını bildirir.
Ayrıca birçok eski milletlerin
yıkılışlarında ahlâkî bozulma ve çöküntünün önemli ölçüde rol oynadığını haber
veren âyetler Kur’ân-ı Ke-rim’de büyük bir yer tutar. Bununla birlikte, ahlâk
prensiplerine aykırı davranışların doğurduğu bu tür tabii ve fizikî zararlar,
sosyal ve mânevî sıkıntılar İslâm'da ahlâki müeyyide sayılmaz: dolayısıyla
kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Gerçi dünyevi musibetlerin
günahlar için kefâret sayılacağına dair bazı hadisler vardır. Fakat bu, ahlâki fenalıkların
doğurduğu musibet ve zararın zaruri sonucu değil,musibete uğrayan kişinin bu
durumdayken gösterdiği sabır, rızâ, tevekkül gibi müsbet tavırların
karşılığıdır.
Diğer yandan, kişinin ruhî
benliğinde iyiliğin meydana getirdiği sevincin, kötülüğün meydana getirdiği
pişmanlık ve elemin Kur’an ve Sünnet’te büyük bir değer taşıdığı görülür. Nitekim
Hz. Muhammed Mustafa (SAV) Efendimiz: “Bir
insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o
gerçekten mümindir.” buyurmuştur.
Hatta iyilik (birr) ve kötülüğü (ism) kişinin
vicdanında (nefs) meydana getirdiği etkilenmenin mahiyetine göre tarif
etmiştir. Ancak vicdan duygusu insanı
kötülük yapması halinde kınayan bir güç (en-nefsü’l-levvâme)
olabileceği gibi, kaskatı kesilmiş kalp haline dönüşerek kötülük
karşısında duyarlılığını kaybetmiş bir duruma da gelebilir. Bu yüzdendir ki İslâm'da bütün
ahlâki vazifeler uhrevi müeyyideye bağlanmıştır.
İyiler için Cennet vaad
edilmiş. kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Ancak ahlâk kurallarının
uygulanmasında, özellikle içtimai düzenin sağlıklı işletilmesinde genellikle
sadece bu motiflere dayanan bir ahlâk tam olarak saygıya değer
sayılamayacağından, Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı (CC) en yüksek derecede sevmek, 0’nun (CC) hoşnutluğuna
lâyık olmak ve 0’ndan (CC) hoşnut olmak temel ahlâki motif olarak
gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gayesinin Allah (CC) rızâsı
olduğu vurgulanmıştır.
İslâm ahlâkının bu dinamik
yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya sadece bir seçkinler ahlâkı olmadığı,
aksine maddi, zihni ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın
kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, bununla birlikte ona, içinde bulunduğu
durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir
ahlâk olduğunu gösterir.
Buna göre hayır statik
olmadığı gibi gaye de statik değildir. Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla
yapmak zorunda oldukları iyilikler (farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet
ve kemal derecesine bağlı hayırlar da vardır. Ahlâk, bilgi ve fazilet
bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan, Kur’ân-ı Kerîm’e göre,
öncelikle inanç sevgisi kazanmalı, fenalıklardan ve isyankârlıktan nefret
etmeli., kalbini yani iç
dünyasını Allah (CC) Hz.leri’nin şuuru (Zikrullah)
ile huzura kavuşturmalıdır.
Bu suretle Allah (CC) Hz.leri
şuuru insana ahlâki ve mânevi hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma,
onlardan yüz çevirme ve Allah’tan (CC) bağış dileme fırsatı sağlayacaktır. İslâm’ın öngördüğü bu
ahlâkî terakkinin ulaşacağı son nokta, insanın gaye bakımından çıkar
kaygılarını aşması, hatta Cennet ümidi ve Cehennem korkusunun da ötesinde bütün
düşünce ve davranışlarını Allah’ın (CC) emrine ve rızâsına uygun düşüp düşmeyeceği
açısından değerlendirmesidir.
Bu son noktada İslâm ahlâkı
pragmatik eğilimleri ortadan kaldırmakta ve kategorik bir ahlâk hüviyeti
kazanmaktadır.
İslâm’ın ilk yüzyılında ahlâk
tamamen yukarıda ana hatlarıyla gösterilen dinî ilke ve kurallara dayanmaktaydı.
Bütün müslümanlar Kur’an’ın emrine uyarak hayatlarını Hz. Peygamber (SAV)
Efendimizin getirdiği öğretilere göre düzenlemenin gerektiğine inanmışlardı.
Yaklaşık II. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan yeni durumlar
karşısında az çok farklı ahlâk anlayışları doğmakla birlikte, temelini Kur’an’dan
alan ve Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz ile Ashabın (RA) hayatlarında şekillenmiş
olan geleneksel İslâm ahlâkına bağlılığı ilke edinen anlayış da varlığını
sürdürdü ve genel olarak ahlâka veya bu alanın özel konularına dair eserlerden
oluşan zengin bir literatür meydana geldi.
Daha çok Hadis ve fıkıh
âlimleri tarafından yapılan bu yöndeki ahlâk çalışmalarının başlangıcını
hadislerin tasnif dönemine kadar götürmek mümkündür. Nitekim başta Kütüb-i
Sitte olmak üzere hemen bütün Hadis mecmualarında “Kitâbü’l-Edeb”, “Kitâbü’l-Birr”, “Ki-tâbü Hüsni’l-hulk” gibi başlıklar altında özellikle ahlâk
Hadislerini ihtiva eden bölümler bulunur.
Buhârî’nin (RA) “el-Edebü’l-müfred”i, Abdullah
b.Mübârek’in (RA) “Kitâbü’z-Zühd ve’r-rekâ’ik”ı
gibi yalnızca ahlâka dair Hadis ve haberlerden oluşan eserler yanında, İslâm
kültür tarihi boyunca devam eden kırk hadis külliyatının başta gelen konuları
da ahlâkidir.
Fıkıh kitaplarındaki amelî
ahlâk konularıyla tefsir ilminde “ahkâmü’l-Kur’ân”
türündeki eserlerde ahlâkla ilgili konuların varlığına da işaret etmek gerekir.
Eser sayısı bakımından İslâm kültür tarihinin en verimli alanlarından biri olan
geleneksel İslâm ahlâkının başta gelen klasiklerinden biri, Mâverdî’nin “Edebü’d-dünyâ ve’ddîn”idir. Eser geniş
muhtevası, materyal zenginliği ilmî, fikrî ve edebî üstünlüğü gibi meziyetleri
dolayısıyla her devirde ve bütün İslâm ülkelerinde geniş bir ilgiye mazhar
olmuştur.
Hz. Peygamber (SAV)
Efendimizin ahlâkını bütün insanlık için en yüksek hayat ideali olarak gösteren
İbn Hazm’in dinî-felsefı mahiyetteki “el-Ahlâk
ve’ssiyer”i, muhtevasının önemi yanında edebî bakımdan da büyük bir değer
taşır. Ebû Nasr et-Tabersinin “Mekârimü’l-ahlâk”ı
da Hz. Muhammed (SAV) Efendimizin, hayatın bütün alanlarına ait tutum ve
davranışlarını sergileyen ve onu bir ahlâk ideali olarak gösteren en tipik
geleneksel ahlâk kitabı örneklerindendir.
İslâm kültür tarihinde her
zaman dinî karakterini korumakla birlikte, kesin bir tasnife kolaylıkla imkân
vermeyecek ölçüde şekil ve muhteva çeşitliliği taşıyan ahlâk literatürü içinde
edebî ve hikemî türde Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış eserlerin de önemli bir
yeri vardır.
Asr-ı saâdet’te tartışılmaya
başlamışsa da İslâm Peygamberi (SAV), konunun aklî izaha elverişli olmadığını
münasip bir dille anlatarak müslümanları bu konuda tartışmaya girmekten
menetmişti. Daha sonraki dinî, fikrî ve siyasî gelişmeler, yaklaşık olarak II.
Hicri asrın başlarından itibaren konu ile ilgili tartışmaların sistemli bir
şekilde başlamasına yol açtı. Daha çok fıkıhçı ve hadisçi olarak bilinen selef
âlimleri, Allah'ın (CC) kudret ve iradesinin mutlaklığı ve sınırsızlığı ile
insanın yükümlülük ve sorumluluğunu birlikte kabul ediyor.
Bu kabulün kaçınılmaz olarak
doğuracağı ahlâkî açmaz üzerinde durmuyorlardı. Öyle görünüyor ki, bazı Emevî
yöneticileri haksız uygulamalara girişirken bu uygulamaların İlâhî takdirin bir
gereği olduğunu ileri sürerek zulüm ve haksızlıklarını meşrûlaştırmak istemiş, Ehl-i Beyt-i Al-i
Abâ (RA) kebelâda tamamen katletmiş
ve bunun üzerine kader konusundaki selefi tavrın istismara elverişli bir şekil
aldığı ve ahlâkî tehlike teşkil edebileceği farkedilmiştir. Bu gelişmeler
üzerine Hasan-ı Basrî (RA) Hz lerine konu ile ilgili görüşünü soran Emevî
Halifesi Abdülmelik b.Mervân’a onun cevap olarak yazdığı risâle oldukça
önemlidir.
Bu önem, risâlenin kader ve
onun etrafındaki dinî ahlâkî problemleri âyet ve hadisler yanında aklî metotlara
da başvurarak ele almasından, Âyet ve Hadisleri aklî bakımdan tutarlı tevillerle
yorumlamasından ileri gelmektedir. Hasan-ı Basrî (RA) Hz.leri bu risâlesinde
bazı Emevî idarecilerinin uyguladıkları zulüm ve baskıdan Allah’ı (CC) tenzih
etmek, bu işlerin İlâhi takdirin sonucu
olduğu şeklindeki iddianın, kendi arzularına göre uydurdukları ve Allah’a (CC) isnad ettikleri
bir yalan
olduğunu isbatlamak ve böylece “zulmü” Allah’a (CC) nisbet ederek kendisini
temize çıkaranların delillerini çürütmek istemiştir.
www.GAVSULAZAM.de
|