|
......................................................................
"ez-Zâhir (cc)":
Aşikar olan…
"el-Bâtın
(cc)": Gizli olan…
|
......................................................................
İşin ehli olanlar
bir sanat eserinden sanatkarın ilmini, gücünü, zevkini, görebilirler.
Anlamayanlar ise öküzün trene baktığı gibi bakıp geçerler.
Her çiçekte, her
böcekte, zülfün her telinde, yağmurun her damlasında, elimizin her çizgisinde
Allah’ın (CC) ilmi, kudreti, sanatı apaçık görülmekte.
Zatı ise
görülenlerin parlaklığı nedeniyle gözlerden gizli kalmakta. Çünkü bugünkü
gözler Rabbimizin zatını görecek şekilde yaratılmamıştır. Bir ismi Zahir olan
Rabbimizin (CC) yarattığı tenimizi görüyoruz. Ama bir ismi de Batın olan
Rabbimizin (CC) yarattığı aklımızı göremiyoruz.
Balı apaçık görüyoruz ama tadını göremiyoruz. Gülü görüyoruz ama kokuyu
göremiyoruz.
Bizlere ten gibi
açık, akıl gibi gizli nimetler veren Zahir ve Batın Rabbimize açıkta ve gizli
yerlerde ibadetler yaparken kötülüklerin açığından da, gizlisinden de
kaçınacağız.[2]
Verdiği nimetlerden elmayı yerken, görünen rengi ve yuvarlaklığı yanında
görünmeyen tadı, kokusu ve gıdasını hissettiğimizde “Zahir” ve “Batın” olan
Rabbimizi hatırlayacağız.
Yaratılan her
şeyin bir görünen, binlerce görünmeyen yönünü öğrendiğimizde yine “Zahir” ve
“Batın” olan Rabbimizi hatırlayacağız demeyeyim, hatırdan hiç çıkarmayacağız.
İnsanlara yardım
ederken gecede, gündüzde, gizlide açıkta vereceğiz. Verirken biz kendi
varlığımızı değil verdiğimizi göstereceğiz.
Yardımı alan isek,
verilene değil verene bakacağız ve teşekkür edeceğiz. Rengarenk süslü ağaçlar
üzerinde bize ni’metler sunan Rabbimizin ni’metleri bizim gözlerimize perde
olup materyalizm hastalığına yakalanıp gönül gözü kör olanlardan olmayalım.
O çiçekler,
meyveler, manzaralar, havalar, güneşler, gözümüz aracılığıyla gönül gözümüzü
açsın da, içimiz imanla, dışımız amelle süslensin.
Allah-ü Teala
(CC)’nın varlığı, hem aşikardır, hem gizlidir. Aşikardır; çünkü varlığını
bildiren izleri, nişanları gözsüzler bile görmüş ve bu hakikatler hakikati yüce
varlığa, eşyanın umumi şahadetini sağırlar bile işitmiştir. Gizlidir; çünkü biz
O’nu (CC) künhüyle bilemeyiz, amma varlığını kat’i surette biliriz. Ortada mademki
mahluk var, elbetteki Halık vardır. Bu varlara bakarak yaratıcı bir varın
varlığını kabul etmek, akıl için her halükarda zarurettir. Sonra O’nun (CC) ilmini,
kudretini, her şeyi görüp işittiğini... yine kat’i surette biliriz. Varlar
içindeki alimleri izliyerek her şeyi bilen alime, güçlüleri izleyerek her şeye
gücü yeten kadire, işitenlerden en iyi işitene, görenlerden en iyi görene,
yaşayanlardan en kamil hayat sahibine geçmek, yine akıl için bir zarurettir.
Varlığını Halik’a borçlu olan bir var; bilgi, kudret, görme, işitme, yaşama
gibi yüksek sıfatları şayet Halik ona bağışlamasaydı, nereden bulacaktı? Bu
izler görülüp dururken, o izleri meydana getiren Halık’ta (CC), bu sıfatların
yokluğunu akıl kabul eder mi? İşte Allah-ü Teala (CC), yarattığı eserlerden
izlenerek bu suretle bilinirse de (marifet-i hakikiyye) ile asla bilinmez. Yani
O’nu (CC) tam bir biliş ile tanımak, hiçbir mahluk için mümkün değildir. Çünkü
mahlukun akılları da, bilgileri de mütenahidir. Mahdut bir çerçeve içine
münhasırdır. Allah-ü Teala (CC) ise gayr-i mütenahidir. Önü, sonu olmayan bir
varlık ve asla bitmez, tükenmez ilim ve kudret sahibidir. Mütenahinin, gayr-i
mütenahiye tam bir bilgi ile ulaşması muhaldir. Mesela, uçsuz, kenarsız
denizleri bir fincana sığdırmak imkanı var mıdır? Onun için O’nun (CC) bir ismi
de “el-Batın”dır. O’nu (CC) tam bir biliş ile bilmek, insan takatinin
ilerisinde olduğu içindir ki, hiç kimse bununla mükellef tutulmamıştır. Allah (CC)
bilgisi hususundaki mükellefiyetimizin derecesi, O’nun (CC) varlığına, birliğine ve her şeyi bildiğine,
görüp işittiğine, gücü, kudreti her şeye kafi olduğuna, O’nun (CC) hiçbir
hususta ortağı ve benzeri olmadığına, kemal sıfatlariyle muttasıf, noksan
sıfatlardan münezzeh olduğuna iman etmektir. İşte bizim vazifemiz budur. Allah (CC)
ve Rasulü (SAV) bize bu kadarını emretmiştir ve bundan ötesini düşünmeyin,
çünkü ne kadar çalışsanız o ciheti anlamaya gücünüz yetmez buyurmuştur. Allah (CC)
ve Peygamber’in (SAV) “Burada durun ve buradan ileri geçmeyin” dedikleri yerde
durmayıp da, ileri gitmek için aklını zorlayanlar, ya inkar veya şirk uçurumuna
yuvarlanmışlardır. Bunlar ellerindeki terazinin ne kadar siklet tartabileceğim
bilmeyen gafiller gibidir. Mesela, miligram tartan terazi de vardır, şayet
birisi bununla balya tartmağa kalkışırsa, neticede balyanın sikletini değil,
elindeki terazinin bütün bütün bozulduğunu görür, başka bir şey öğrenemez. Her
şeyin haddi, hududu var, o hudut içinde kullanılırsa faydalanılır. Hududu
dışında zorlandığı vakit ise, ziyan görülür.
Bilme cihazımızın da böyle olduğunu unutmamalıyız. Malum ya, bir şeyi bilmenin
iki yolu vardır: ayan yolu, istidlal yolu. Bilinecek olan şey, eğer karşınızda
bulunuyor, onu aynen ve şahsen gözünüzle açıkça görebiliyorsanız buna
ayan-beyan bilmek denir. Kafa gözüyle görüp bilmektir. Eğer bilinecek olan
şeyin bizatihi kendisi görülmeyip de, hasılları ve tezahürleri, yani alametleri
ve nişanlan görülüyor ve bu alametler vasıtasıyla o şeye eriliyorsa, buna da
istidlal suretiyle bilmek denir. İstidlal, bir şeyi doğrudan doğruya değil de
ona ait bir nişan, bir iz kılavuzluğu ile görmektir ki, bu da akıl gözüyle,
kalp gözüyle anlayarak bilmektir. Gerek kafa gözüyle olsun, gerek akıl gözüyle
olsun, bu bilgi yollarının son ucu (hayret) durağına varır ve orada kalır,
İlmin nihayeti, acz ve hayrettir.
Hiçbir şeyi künhüne ulaşmak ve onu içinden, dışından bütün zerratiyle, bütün
esrariyle kavrayabilmek mümkün değildir. Tam bir biliş ile, değil Yaradan’ı
(CC), yaratılmışı bile bilmek imkansızlığı açık bir hakikattir. Yaratılmışlar
içinde kendimize en yakın olan, yine kendi şahsımız değil mi? O halde kendi
şahsımızı öğrenmek, ötekilerden daha kolay olacak demektir. Öyleyken sorarız,
acaba insan kendini tam bir biliş ile öğrenebilmiş midir? Onun ne acib hazineleri
var ki, gözlerin gördüğü eşyayı, o çeşitli manzaraları... kulağın işittiği
türlü türlü sesleri, o hazinelerde saklayıp senelerce sonra istediğimiz zaman
onları oralardan çıkarıp basiretiniz önüne getiriyor. On, onbeş yaşında tekmil
Kur’an’ı ezberlemiş çocuklar görüyoruz. Bazı insanlar da var ki, bir kütüphane
dolabı dolduracak kadar hadisler, şiirler, kasideler ve birçok ilmi meselelerle
hafızalarını donatmışlardır. Bütün bunlar (dimağ) dediğimiz kafatasının
içindeki yumuşak maddenin nerelerinde ve nasıl muhafaza ediliyor? Hem öyle
muhafaza ki, fotoğraf makineleri, gramofon plakları bunun yanında sıfır
kalıyor. Bunlara, bu esrara nüfuz etmiş bir insan var mı?
Allah-ü Teala’nın
(CC) kudretiyle kurulan bu uzuv, böylece idrakimizin önünde bir muamma halinde
dururken, onu yaratan kudreti, künhüyle nasıl idrak edebiliriz? Hele o kudretin
sahibi, o ekmel varlığı tam bir biliş ile nasıl biliriz? Allah-ü Teala (CC)’nın
künh-i zatı bir sırr-ı mutlaktır; o sırrı ancak kendisi bilir. O’nun (CC) ihataya
sığmaktan münezzeh olan azamet ve ululuğu sahasına yükselmek isteyen fikirler,
uçsuz bucaksız deryalara düşmüş katrecikler gibi mahvolur... biter.
|
|