Dua, mümin için eşi bulunmaz bir silah, ümit gecesinde hayırlı bir
sabah, bela, şiddet ve felaket çemberinden kurtuluş ve felahtır. Dua, yerde
nur, gökte nur, sağda nur, solda nur ve kul için bir tükenmez huzurdur. Dua,
Hakk (CC) Hz.leri’nin kapısının halkasını tutmak, çırpınan gönüllere ilahi
rahmeti dilemektir. Dua, kulun şerefini artıran, iki alemde de yüzünü ak eden,
bir güzellik bulutu halinde rahmet katrelerini gönül toprağına döken en hayırlı
şeydir.
Nihayetsiz kudret ve sonsuz Rahmet sahibi Mevlamız (CC) buyuruyor ki:
“Kullarım(Habibim)! Sana beni sorunca (haber ver ki) işte ben muhakkak
yakınımdır. Bana o dua edenin da'vetine icabet ederim.”
Hakka
davet etmede seni sala ve Ezan,
Kul
ol,duada bulun,güzel cenneti kazan !
Ashab-ı Kiram’ın (RA) büyükleri tabiin ve tebe-i tabiin; zikir, tesbih ve
dulara büyük bir ehemmiyet vermişlerdir.
Resulullah (SAV) Efendimiz buyuruyor ki: “Dua ettiğiniz zaman, kabul
olunacağına inanarak Allah'a (CC) dua edin. Bilmiş olunuz ki, gafil kalp (ile)
yapılan duaları Allah (CC) kabul etmez.”
Mü'minler annesi Hazret-i Aişe (RA) validemizden nakil: “Allah'ın (CC)
Resulü (SAV) geceleyin kalktığı vakit namazına şu dua ile başlardı: ‘Allah'ım
(CC)! Ey Cebrail (AS), Mikail (AS) ve İsrafil'in (AS) Rabbi (CC)! Göklerle ve
yerin yaradanı, Hazırı ve gaibi bilen Allah’ım (CC)! Kullarına ihtilaf
ettikleri şeylerde, Onların aralarında ancak Sen hükmedersin. İhtilaf edilen
Hakk'a izninle beni hidayet eyle! Çünkü dilediğini doğru yola ancak Sen hidayet
edersin!’.“
Müşrikler hak
etmedikleri halde, putlara ‘ilah’ ismini verirler ve böylece şirk koşarlardı;
bu şekilde ‘ilah’ olmayanlara ‘ilah’ demek, onları ‘ilah’ olarak isimlendirmek
sahte ilahlara edilen duadır. Müşrikler bu şekilde adlandırdıklarına
yalvarırlar, onları yardıma çağırırlardı. Kuranın dua olarak nitelediği bu
etmeleri onlara zarardan başka kazandıracağı bir şey yoktur.
“O’ndan (CC) başka çağırdıklarınız (dua ettikleriniz) ise size yardım
edemezler ve kendilerine de yardım edecek değillerdir.”
“Allah’tan (CC) başka çağırıp yalvardıklarınız, onların hepsi bir araya
toplansalar bir sinek bile yaratamazlar.”
Bu ayetlerden
de anlaşıldığı gibi duanın bir diğer manası da çağırmaktır. Tabi ki İlah’ı
çağırmak ve O’na yalvarmak rasgele bir çağrı ve yalvarma değildir ve insanların
birbirini çağırmaları gibi olmayacaktır. Resulullah’a (SAV) hitap konusunda
bile Müslümanlar uyarılmıştır. “ Resulü
(SAV) çağırmayı aranızda bazınızın bazınızı çağırması gibi yapmayın.”
“Ey iman edenler, seslerinizi Peygamberin (SAV) sesi üstüne yükseltmeyin
ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp söylemeyin; yoksa siz
şuurunda değilken amelleriniz boşa çıkar-gider.”
Mertebe
yönünden birbirine yakın insanların hitabıyla, uzak olanların hitabı değişirken
Rabbe olan hitab nasıl farklı ve özel olmaz? Eğer O da (SAV) insanlar gibi
çağrılırsa makamının yüceliği anlaşılmaz ve kendisine mutlak itaat etmesi
gerekenlerle bir eşitlik söz konusu olur. İşte üstün bir makamı çağırma hiçbir
zaman sıradan bir çağırma değildir. Bu, önce o makamın üstünlüğünü kabul etmeyi
ve o makamın karşısındaki aczin itirafını gerektirir. Bu gerek o zatın adını
anmak için, gerekse bir hacet için yalvarmak için olsun böyledir. Bu anlamıyla
dua; küçükten büyüğe, acizden muktedire bir rica, bir istektir ki sözle ve
hareketle olur, aynı zamanda bir ihlas, ve tazarru ve uygun bir biçim
gerektirir. Allah-ü Teala (CC)Hz.leri’ne dua ederken ki tavrımız şöyle
belirleniyor: “Rabbinize (CC) yalvara yalvara
ve için için dua edin. Şüphesiz O (CC), haddi aşanları sevmez. Düzene
konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. O’na (CC) korkarak ve umut
taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah’ın (CC) rahmeti iyilik yapanlara pek
yakındır.”
“Rabbini (CC) sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine,
ürpertiyle yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.”
Aciz ve her
şeyin yaratıcısı Allah’a (CC) muhtaç olan kula düşen duadır, Rabbe (CC) yaraşan
ise bu duaya icabet etmektir. “Kullarım
sana benden soracak olurlarsa, muhakkak ki ben yakınım; beni çağırdığında
çağıranın çağrısına icabet ederim; o halde onlar da benim çağrıma uysunlar ve
bana iman etsinler, umulur ki irşat olurlar.”
“Rabbiniz (CC) ‘Bana dua edin ki, size icabet edeyim. Benim ibadetimden
büyüklenenler hor-hakir olarak cehenneme gireceklerdir’ dedi.”
Bu ayetten
duanın Kuran’da ibadet manasında da kullanıldığını görüyoruz. Aynı ayetin
başında dua, devamında aynı şeyi kasten ibadet kelimesinin kullanılması bize
dua-ibadet ilişkisinin derecesini göstermektedir. ‘Büyüklenerek bana kulluk etmekten yüz çevirenler’ ifadesiyle Allah-ü
Teala (CC) Hz.leri’ne yalvarmanın ve dua etmenin ibadet, ibadet etmenin de dua
olduğu açığa çıkmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim’de bir Ayet-i Kerime’de bu
manasıyla kullanılmıştır: “Kim Allah
(CC) ile beraber ona ilişkin kesin bir kanıt olmaksızın başka bir ilaha taparsa
(çağırırsa), artık onun hesabı Rabbinin (CC) katındadır. Şüphesiz küfredenler
kurtuluşa eremezler.”
Artık bu ayetle her şey o kadar net ki, tapınmak dua etmekle eşdeğerdir.
İbadetlerimizi dua kılmak ve duamızı ibadet kılmak, içlerini bu şekilde
doldurmak bize düşüyor. Bu ayetlerde dikkat çekilen husus sadece dua-ibadet
ilişkisi değil elbet. Dua-tevhid boyutu da en az bu kadar önemli ve dikkate
değerdir.
Ancak kendini
her bakımdan güçlü kuvvetli, Allah-ü Teala’nın (CC) kudretinden müstağni
görenler Allah’a (CC) dua etmezler. Bu noktada duanın tevhidle olan, imanla
olan ilişkisine geliyoruz; dua, imanın ve imanın nasıllığının, kimliğinin
göstergesidir. O kadar direkt bir ilişki vardır ki, imanınız duanız kadardır ve
imanınız dua ettiğinizedir.
“Onlar ki Allah (CC) ile beraber başka bir ilaha dua etmezler...”
“Allah’la (CC) beraber başka ilahlara dua etme, O’ndan (CC) başka ilah
yoktur.”
“Allah’la (CC) beraber başka bir ilaha dua etme, sonra azap edilenlerden
olursun.”
“Onlar O’nu (CC) bırakıp da dişilere taparlar (dua ederler). Onlar, her
türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.”
“El açıp
yalvarmaya lâyık olan ancak O'dur (CC). O'nun (CC) dışında el açıp dua
ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. Onlar ancak ağzına
gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına
götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir. Kafirlerin duası kuşkusuz
hedefini şaşırmıştır.” (diğerleri bak: Cin-19, Nuh-13, Muminun-117)
Bunlar gibi
daha nice Ayet-i Kerime’de hem dua etmeyenler, hem de Allah-ü Teala (CC)
Hz.leri’nden başkasına, Allah (CC) ile beraber olsa bile dua edenler küfürle
niteleniyor. Hatta daha önce zikrettiğimiz Hacc-73 ve Araf-197 ayetlerinde
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri onlara meydan okuyarak duaya icabet
edemeyeceklerini, güçlerinin hiçbir şeye yetmeyeceğini yüzlerine çarpıyor.
Allah-ü Teala’nın (CC) affetmeyeceği günah yoktur ama kendisine karşı tekebbür
ve kibir en çok gazaplandığı ve (tövbe edilmedikçe) asla affetmeyeceği bir
tavırdır. Böyleyken dua da işte O’nun (CC) büyüklüğünü, yüceliğini itirafın tek
ve en güzel yoludur. Her İslami kavram ve eylem gibi dua da Allah-ü Teala (CC)
Hz.leri’nin birliğine dayalı esastan neşet eder, yeryüzünde hakimiyet ve
otorite hakkının yalnız Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne teslimini içeren tevhid
anlayışı içinde manasına ulaşır.
İslam’ın
duası, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin dışındaki tüm yerel güçlerden sıyrılarak
Rabb’ine yönelen insanın duasıdır. Doğal olarak da bu olgu içerisinde Allah-ü
Teala (CC) Hz.leri ile insan arasında kesintisiz bir istek ve ilişki söz
konusudur. Kuran Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin adıyla başlar ve sonunda insan
kelimesiyle biter. İşte kuranın bütün dizisi bu başlangıç ve sonuç arasındaki
bağlantıların, Yüce Allah’tan (CC) insanlara gelen, ve insanlardan Allah-ü
Teala (CC) Hz.leri’ne giden varlık ve hayat ilişkilerinin sonsuzluk zevkiyle
anlatımı üzerine kurulmuştur. İnsan-Allah (CC) diyalogunun biri yukardan aşağı
(Allah’tan cc. kula), ötekisi aşağıdan yukarı (kuldan Allah’a cc.) iki
görünümü, yönü vardır.
Birinci
görünüm vahiy ve ilham iken, işte ikinci görünüm duadır ve dua da ancak birleme
ile başlar. “İşte bu nedenlerle de
duayı asıl geldiğimiz yerle bizim aramızda doğal bir bağlantı olarak algılamak,
ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan herhangi bir faaliyetimiz gibi kabul
etmek zorundayız. Bir başka deyimle; duaya ruh ve cismimizin doğal bir pratiği,
bir faaliyeti gözüyle bakmalıyız.”
“De ki ‘eğer duanız olmasaydı Rabbim (CC) size değer verir miydi hiç?’ ”
Bu ayete
baktığımızda da görürüz ki, A. Carrel son derece haklı; insan olmamızla, iman
sahibi olmamızla eşdeğer bir manası var dua etmenin, edebilmenin. Ali bin Ebu
Talha (RA) bu ayeti şu şekilde yorumluyor: “‘Duanız olmasaydı’ ifadesi ‘imanınız olmasaydı’ anlamıyla
kullanılmıştır.”
Dua salt
sözden ibaret değildir. “Hani bir
zamanlar Musa (AS), kavmi için su istemişti, biz de ‘asanla taşa vur’ demiştik,
bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı.”
Bu ayette
dikkat edilirse Hz. Musa (AS) kavmi için su istediğinde kendisine ‘asanı taşa vur’ denmiştir. İşte bu
emir bize dua konusunda önemli bir açılım kazandırmaktadır ve “duanın bir eylemle/amelle birlikte olması
gerektiği” gerçeğini vurgulamaktadır. Yani dua,eylemle tamamlanır, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin çizdiği sınırlar içinde kalmayı gerektirir
ve kula isteği doğrultusunda bir sorumluluk yükler. Yoksa Hz. Musa’nın (AS)
isteği karşısında Allah-ü Teala (CC) Hz.leri hemen yağmur yağdırıp veya yanı
başında bir pınar var edip su gönderebilirdi, fakat ‘asanı taşa vur’ emrini
verdi. O sırada Hz. Musa (AS), varsayalım bu ilahi emre derhal uymayıp da
‘asayı taşa vurmanın suyla ne ilişkisi var?’ gibi bir akıl yürütmeye ve kendi
kendine kıyas yapmaya kalkışsaydı, bu nimet tecelli etmeyecekti, dualar da boşa
çıkacaktı. Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah-ü Teala
(CC) Hz.leri istenen suyu doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir duayla bir maddi
sebebe girişmek üzerine ihsan ediyor.
Buna benzer
bir olay da Hz. Meryem annemiz (RA) alakalıdır. Meryem (RA) annemiz, Hz. İsa’ya
(AS) hamiledir ve hareket edemeyecek kadar ağır durumdadır. Böyle bir anda
kendisine şöyle seslenilir: “Hurma
ağacını kendine doğru silkele.” İşte
bütün sır burada ve bu Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin kulunun işe karışmasını
istemesidir, ve dikkatten kaçmamalı ki mutlak teslimiyettir. Hz. Musa (AS) taştan
su çıkar mı diye şüphelenmeden emri yerine getirmiştir.
Müslümanların bazıları duayı teskin edici bir ilaç ya da uyuşturucu
gibi algılıyorlar, öyle olmadığını düşünseler de! Güçsüzlüğü karşılamak,
sorumluluktan kaçmak, işsizlik ve tehlikelerden uzak kalmak, yaşama karşı
direnme ve toplumsal sorumluluk bilincinin yokluğu gibi eksiklikleri ve
zayıflıkları yenmek amacı ile dua edilir sanıyorlar. Yani düşünce ve pratikteki
zorluk ve meşakkatlere katlanmak yerine, cihad etme yerine, kestirme yoldan dua
edilir. Bununla beraber dua; dua eden bireyin kendi çabası, zorlaması, zorlanması
ve gayretiyle kazanabileceği şeyleri tembellik ve zayıflıktan ötürü Allah-ü
Teala (CC) Hz.leri’nden istemesidir.
İşte İslam toplumlarına zaman ve mekan ve olayların etkisiyle İslam’ın dua
anlayışı yerine böyle bir dua anlayışı yerleş(tiril)miştir. Halk yığınları
ümitsizleştirilmiş, aciz bırakılmış, kendilerini zayıf görmüşler, isteklerini
ele geçirmek konusunda kendilerini yetersiz saymışlar, duanın bu algılanışıyla
uyuşturulmuşlar ve inanmışlar ki, dua,insanın yetersizliği ve zayıflığı
karşılayışı, kabullenişi, sorumluluktan kaçışıdır. Oysa iş, zorluk, sabır,
iman,düşünce, direnme, karşı koyma, tahammül edebilme ve bu özelliklere
kavuşmak amacıyla dua’ya bir araç olarak bakmaktır, o özellikleri kazandıktan
sonra Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nden sonucu tayin etmesini istemektir. Hz. Peygamber’in (SAV) hayatına
baktığımızda şu gerçekle karşı karşıya geliyoruz: O (SAV) tüm savaşlar öncesi
hazırlıkları, genel uyanıklığı, güç dengelerini, savaş düzenini hesaba katarak
savaşın en ince taktik ve stratejik kurallarına riayet etmiş, saf bağlamış,
sonra düşman karşısına çıkıştır. Bütün bunları yaptıktan sonra da Allah’a
yönelerek secde de dua etmiştir. Değilse “Allah’ım (CC)! Biz ihanet etsek de,
yükten kaçsak ta, kendimizi düşmana teslim etsek de, zafere layık olmasak ta
sen kerem ve lütfunla bizi muzaffer kıl, onları yok et!” şeklinde hiçbir dua
etmemiştir; kastımız elbette bu manada yorumlanacak bir tavır içinde
olmayışıdır, böyle dua edilmesi zaten beklenemez. Bedir savaşında giymiş olduğu
zırh, Uhud’da vadiye dikmiş olduğu 50 okçu, Hendek savaşında aylarca elde
kazma, kürek hendek kazmaları birer duaydı. Hendekte aylarca süren bu dua
rüzgar, fırtına, kafirler arasında fitne olarak, Bedir’de ayakların altını
sağlamlaştıran yağmur olarak icabet gördü. Ama Uhud’da o 50 okçu duayı bozdular
ve icabet olunmadılar. İşte bu duanın dilidir. Yaşamlarını hep toplumsal
sorumluluğa dayan kimseler, kendi toplumlarında olumlu işleri sürdürmek için bu
şekilde dua etmişlerdir.
Duanın bir
diğer manası da davet etmek, çağırmaktır.
“Allah (CC) selam yurduna çağırır.”
“Ey kavmim! Ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırmaktayken, siz beni
ateşe çağırmaktasınız.” Bu
ayetlerde çok açık bir şekilde bahsedilen manada kullanılmıştır.
Dua
kelimesinden türemiş olan “da’va” kelimesi, “iddia, dua ile güdülen amaç,
çağrının hedefi ve kendisi için çağrılan (dua edilen) şey” demektir.
“Zorumuz kendilerine geldiğinde ‘biz gerçekten zalimlerdenmişiz’ demekten
başka davaları olmadı.”
İşte dünya
hayatında ve kendilerini yeryüzünde ölümsüz ve güç yetirilemez sandıkları
sırada Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nden başkasına dua edip başka şeylere
çağıranlar ve böylece başka davalar güdenlerin Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin
azabı ve zoru gelip de kendilerini perişan ettiğinde artık tek davaları
kalacaktır: Zalim olduklarının itirafı. O büyük iddialarla öne sürülen davalar
acı bir itirafa dönüşecektir. Oysa gerçek dava, her zaman için hakk olup, nihai
düzlemde tek ve son dava “Hamd
alemlerin rabbi Allah içindir.” davasıdır.
Kafirlerin davası zalimliklerinin itirafı olacakken, müminlerinki Allah-ü Teala
(CC) Hz.leri’ne hamd olacaktır. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri Müslümanların
davasını haklı çıkarmış, dualarını kabul etmiş, çağrılarına icabet etmiş ve
onları gerçek, eşsiz mükafatla mükafatlandırmıştır. Şu halde kafirler dışındaki
bütün varlıkların, müminlerin son duası ve davası hamd’dir. Onlar dünyada iken Allah-ü Teala (CC)
Hz.leri’ne çağırırlar,çağrılarını
bıkmadan gece-gündüz tekrarlar, ve
bu çağrıyı hikmetle ve güzel öğütle yaparlar.
Buradaki ‘çağrı’ kelimesini dilersek Allah-ü Teala (CC)
Hz.leri’ne yalvarmak, dilersek O’nu (CC) yardıma çağırmak ve dilersek
insanları Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne çağırmak manasına alalım değişen hiçbir
şey olmayacaktır, hepsi dua olacaktır.
Dua
tevekkülle kardeştir. Tevekkül, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ni vekil kılmaktır.
Yalnız hemen şunu hatırlatmalıdır ki, bu vekil tayin etme, işin yapılması için
değil, tarafımızdan yapılan işin sonucu Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin tayin
etmesi içindir.
“De ki: ‘Allah’ın (CC) bizim için tayin ettiğinden başka bize kesinlikle
hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevla’mızdır ve müminler yalnızca Allah’a (CC)
tevekkül etmelidirler’.”
Tevekkülle
istenen Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin her şeyin üstünde hüküm ve tasarruf
sahibi olduğu kabulünü sağlamaktır. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin bizim
namımıza amelelik yapmasını istercesine tevekkülün tam tersi bir manaya
saplanmak imanı zedeler. Takip eden ayete dikkat edilirse görülür ki Allah-ü
Teala (CC) Hz.leri’ne dayanmanın ve güvenmenin ön koşulu işe girişmektir.
“Bir kere bir işe giriştin mi Allah’a (CC) dayan ve güven. Çünkü Allah (CC)
kendine dayanıp güvenenleri sever.” Dua’nın
bir diğer önemli manası da ‘salat’tır, yani bir anlamıyla namaz. Bazı alimlere
göre salat ‘dua ve hamd’dir. ‘Salleytu aleyh’ ‘ona dua ettim’ demektir.
“Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş, arındırmış
olursun. Onlara dua et ( salli aleyhim), çünkü senin duan, onlar için ‘bir
sükunet ve huzurdur. ’Allah (CC) işitendir, bilendir.”
“Hiç şüphesiz, Allah (CC) ve melekleri peygambere salat etmektedirler. Ey
iman edenler, siz de ona salat edin ve tamn bir teslimiyetle ona selam verin.”
Bu ayetlerde
dua etmek manalarında kullanılmıştır. ‘Musalli’ ismi faili Kuran’da mutlaka ve
sadece ‘namaz kılan’ anlamında kullanılmamıştır, ayrıca Resulullah’a (SAV) edilen
dua manasında da kullanılmıştır.
“ ‘Sizi şu ateşe ne sürükledi?’ diye sorulduklarında onlar ‘biz
musallinden değildik’ diyeceklerdir.”
Resulullah’a (SAV)
uyan olmadıklarının, ona dua etmediklerinin itirafıdır bu ayet. Salat’ta secde,
rüku, kıraat, zikir, hamd, dua gibi bütün ibadet biçimleri vardır. Allah-ü
Teala (CC) Hz.leri nasıl dua edene icabet ediyorsa, tövbe edeni affediyorsa,
salat edene salat eder. Zaten tam anlamıyla, tamamıyla duadır, yöneliştir,
çağrıdır. Maalesef namazlarımızın ruhundan uzaklaştırılmış olması, sünnet adına
bazı kalıplara sokulmuş olması onun duadan farklı olarak algılanmasını da
beraberinde getirmiştir. Bu noktada namazlarımızın neliğini, nasıllığını, nasıl
olmalığını en azından kendi kendimize sormamız, soruşturmamız onları
kazanmamız, bir alışkanlığın ötesine taşımamız,birer dua olarak kazanmamız
yolunda önemli bir adım olacaktır.
“Kullarım sana benden soracak olurlarsa, muhakkak ki ben yakınım; beni
çağırdığında çağıranın çağrısına icabet ederim; o halde onlar da benim çağrıma
uysunlar ve bana iman etsinler, umulur ki irşat olurlar.”
“ Rabbiniz (CC) ‘bana dua edin ki, size icabet edeyim. Benim ibadetimden
büyüklenenler hor-hakir olarak cehenneme gireceklerdir’ dedi.” ayetlerinde
ve bir çok ayette olduğu gibi Allah dualarınızı kabul ederim, siz bana dua edin
buyuruyor. Peki Allah-ü Teala (CC) Hz.leri önceden karar verdiği bir şeyi yani
kaderimizi nasıl değiştirir, değiştirir mi, bu nasıl olur türden sorular
geliyor insanın aklına ve hemen ardından şu ekleniyor; Allah-ü Teala (CC)
Hz.leri’nin kararı değişmeyeceğine göre duanın ne etkisi var, duaya ne gerek
var? Halbuki dikkatten bir şey ısrarla kaçı(rılı)yor: Allah-ü Teala (CC)
Hz.leri için önce ve sonra yoktur, O (CC) ezeli ve ebedidir, ilmi de öyledir.
Hal böyleyken nasıl iddia edilebilir ki, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin yazması
önce, insanın duası sonra ve Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin o duaya göre kaderi
değiştirmesi daha sonra. Hayır, hayır! Allah-ü Teala (CC) Hz.leri ezeli ilmiyle
dua edeceğimizi bilip takdirini ona göre yapmıştır, en iyisini O (CC) bilir.
“Kullarım sana benden soracak olurlarsa, muhakkak ki ben yakınım; beni
çağırdığında çağıranın çağrısına icabet ederim; o halde onlar da benim çağrıma
uysunlar ve bana iman etsinler, umulur ki irşat olurlar.”
“Yeryüzünde, masiyet (günah olan) veya akraba ziyaretini koparıcı olmamak
kaydıyla Allah’tan (CC) bir talepte bulunan bir Müslüman yoktur ki Allah (CC) ona
dilediğini vermek veya ondan onun mislince bir günahı affetmek şekliyle icabet
etmiş olmasın.”
“Kabul olunacağına inanarak Allah’a (CC) dua ediniz ve biliniz ki Allah (CC)
gaflet ve heva içinde olan bir kalpten gelen duayı kabul etmez.”
“Allah (CC) insanlara şerri, onların hayrı acele istedikleri gibi çabucak
verseydi, ecellerinin onlara ulaşmasına çoktan hükmedilmiş olurdu.”
Bu ve benzer
onlarca ayet ve hadiste duanın önemi ve kesinlikle kabul edileceği
anlatılmaktadır. Duanın kabulü sadece istenilenin yerine getirilmesi değildir
elbet. İnsan o kadar cahildir ki bazen aleyhine olan bir şey ister de farkında
olmaz, sonra Allah-ü Teala (CC) Hz.leri ona olan rahmetinden dolayı ona o şerri
vermekte yavaş davranır ve insan yine cahilliğinden duasının niye kabul
olmadığını sorar durur, Halbuki Yunus
Suresi 11. ayet bu durumu ne kadar güzel açıklıyor. Dua eden her hal ve
şartta kazanandır. Bir kez dua ettikten sonra kabul edilmemesinin mümkün
olmadığını bilmek kadar büyük bir nimet var mıdır? Bir kul Allah-ü Teala (CC)
Hz.leri’ne dua etmek suretiyle, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne kul olduğunu
ikrar eder ve böylece Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne aynı zamanda ibadet etmiş
olur, onu birlemiş olur. Bu kişinin duasının, ibadetinin karşılığı Allah-ü
Teala (CC) Hz.leri’nin indinde saklı olduğu için, duası burada ister kabul
olsun, ister olmasın mükafatını muhakkak alacaktır. Bu manada duanın kabul
olmaması gibi bir şey de söz konusu değildir.
“Cennete ilk çağrılacak olanlar Allah’a (CC) hem sıkıntılı, hem de mutlu
zamanlarında dua edenlerdir.”
“Dualarınızın kabul edilmeyeceğinden korkmuyorum. Beni asıl korkutan dua
etmenizin imkansız hale gelmesi ihtimalidir.”
“Rabb’inize (CC) yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O (CC),
haddi aşanları sevmez. Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmayın. Ona korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah’ın (CC)
rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.”
“Rabb’ini (CC) sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine,
ürpertiyle yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.”
Unutmayın ki Allah-ü Teala (CC) Hz.leri kendilerini duadan ihtiyaçsız sayanları sevmediği gibi, duanın
sınırlarını aşanları da sevmez ve dualarını kabul etmez.
“İnsana zorluk ve sıkıntı dokunduğu zaman yan üstü, otururken, ayakta
iken hep bize dua eder. Fakat sıkıntı ve kederini giderdik mi, kendisine
dokunan zorluk için bize yalvarmamış gibi davranmaya başlar. İşte böyle; haddi
aşanların yapmakta oldukları onlara güzel gösterilmiştir.”
“Denizde size bir zorluk musallat olduğunda Allah’tan (CC) başka bütün
yalvardıklarınız ortadan çekilir. Ne yazık ki, Allah (CC) sizi kurtarıp karaya
çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür.”
“İnsana nimet verdiğimizde bizden yüz çevirir, şükür ve duadan uzaklaşır,
nefsinden yana döner. Fakat kendisine bir zorluk ve sıkıntı dokununca, bakarsın
bize çok dua eden biri oluvermiştir.”
Bunlar gibi
nice ayet ve hadis duanın nasıllığını bize anlatır durur. Dua, Allah-ü Teala
(CC) Hz.leri ile insan arasında kurulan anlamlı bir diyalogdur. Bu nedenle
duada korku; senin O’nsuz (CC) edemeyeceğini anlamandır, ümit ise; O’nun (CC) seni
terk etmeyeceğini unutmamandır. Öyleyse edebine riayet için, duada ümitle
korkuyu birlikte taşımalı, acele etmemelidir.
“Sabır ve salata yapışarak Yaratıcıdan (CC) yardım dileyin. Şu bir gerçek
ki, bunu yapmak, içleri Allah’a (CC) karşı aşk ve ürperti ile dolu olanların
dışındakilere çok zor gelir.”
“Allah’ım
(CC)! Fayda vermeyen ilimden, salih olmayan ibadetten,doymak bilmeyen nefisten,
acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, hayatın ve ölümün fitnesinden, fayda
vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duadan sana sığınırım.”
Ebu Hüreyre radıyallahu anh der ki: “Resul-i Ekrem (SAV) şöyle
buyurmuşlardır:
“Her bir peygambere etmesi için bir dua verilmiştir. Ben ise ümmetime şefaat
olmak üzere duamı ahirete bırakmak istiyorum.”
Enes bin Malik'den (RA) gelen rivayette ise Resul-i Ekrem (SAV): “Her bir nebî Allah'tan (CC) bir dilekte
bulundu. Yahud, her bir peygamberin Allah'a (CC) edeceği bir duası vardı. Her
biri duasını yaptı ve kabul olundu. Ben ise duamı kıyamet gününde ümmetim için
şefaat kıldım.” buyurmuşlardır.
Enbiyay-ı izamın her duasının müstecab olması kuvvetle umulur ise de,
kat'î olmayıp yalnız bir dualarının kesin olarak kabul edileceği kendilerine
bil-dirilmişdir. O dua, her bir nebîye Allah (CC) tarafından hususî olarak
verilen duadır.
Ezcümle Hz. Adem (AS) bu müstecab duasını tevbesinin kabul olması için; Hz.
Nuh’un (AS) kavmininin helaki ve beraberindeki mü'minlerin kurtulması için, Hz.
İbrahim’i (AS) Mekke-i Mükerreme ve Beytullah için, Hz. Musa (AS) Fir'avn'ın
helaki için, Hz. İsa (AS) gökten bir maide, sofra indirilmesi için etmişler ve
müstecab olmuştur.
Hz. Resul-i Ekrem (SAV) Efendimiz ise, bu kesinlikle kabul olunacağı
Allah (CC) tarafından te'min olunan duasını, ümmetine şefaat için ahirete
bırakmıştır. Ne mutlu O'nun (SAV) sünnetine sımsıkı sarılan mü'minlere.
www.GAVSULAZAM.de
|